Total Pageviews

Tuesday 13 February 2018

Dr. MAZHAR OSMAN BEY VE ESİRLER

O Kadar Gerçeksiniz ki Düşünceleriniz
Hayalleri Gerçeğe, Yalanları Tarihe Dönüştürmeye Yetiyor...

~John Donne (1572 –1631)

Ey, En-dor’ a giden yol en eski yoldur
ve en çılgın olanıdır yolların!
Doğrudan büyücünün evine varır,
aynen Saul’un saltanatında olduğu gibi.
ve hafızalardaki ızdırap hiç değişmedi
Aynen En-dor’a giden yolu aramak gibi!
(1919) End-or adlı şiir
Rudyard Kipling
(tercüme doğan şahin- Şiir)

Dünya savaşının bilinen yüzünün dışında, bir de cephe gerisinde yaşananlar vardır ki her birisi ayrı bir öykü olacak hadiseler görmek mümkün. Bu yaşantılara bir örnek ise Osmanlının eline esir düşen Müttefik askerlerinin hemen hiç bilinmeyen esaret günleridir. Savaş dönemi tıp dünyası ve hastanelerimizin çalışma düzenleri hakkında az da olsa bir bilgi kırıntısı veren “ The Road to En-dor” adlı kitap her iki anlamda da epey detaylı yazılmış bir kitap. Kitabın yazarı Elias Henry Jones adlı Hint Ordusunda görevli bir Teğmen. Welsh kökenli bu İngiliz subayı esir alındıktan sonra Yozgat “üsera garnizonuna “ getirilir. İngiliz “Kurnazlığı ve ırksal üstünlüğü” tavrının en bariz örneklerinden birisi olan, “ Oryantalist” okuyucuyu etkilemek üzere yazılmış olan kitap 1919 yılında yayınlanmış olup savaş edebiyatı içerisinde en çok okunanlardan birisidir ve yazarı esir olduğu Türkleri “ aptal, cahil” olarak göstermek için büyük çaba sarf eder. Bu subay 1917 yılı ile Ekim 1918 arasında diğerleriyle beraber Yozgat esir garnizonunda misafir edilmiş olup, “Ruhlarla” konuştuklarına hem kamptaki arkadaşlarını hem de Türk muhafızları ve bir Ermeni hazinesini arama sevdasına kapılmış olan kamp komutanı Binbaşı Kazım beyi inandırmış ve onları ”kandırıp” önce İstanbul’a Haydarpaşa hastanesine sevk edilmeyi ve sonra da buradan esir değişimiyle memleketlerine gönderilmeyi “başarmışlar”. Onlardan hemen birkaç ay sonra Yozgat’taki esirler de salıverilmiştir. Yazılanlar sanki “bir film senaryosu” gibi ve esirlerin ne gibi faaliyetlerle uğraştıklarını anlatması açısından dikkate değer. Örneğin, Yozgat kampında Kayak Kulübü, Avcılık Kulübü, Hokey Kulübü, Tiyatro Kulübü, Dil öğrenimi, Resim Kulübü kurulmuş, dağ yürüyüşleri, piknikler, karda kayma seansları, karla kaplı tepelerde kayak yarışmaları, bahisler, satışlar ve hepsinin üzerine de yarışma sonrası harika eğlenceler organize edilmiş, Kapalı alanlar eğlencesi adına da tiyatro oyunları yazılıp, neşeli ve ciddi melodramlar, komediler ve pantomimler oynanmış. Esirleri sanki “İngiltere’deymiş gibi hissettiren “Köy ortamı” resimleri yapan ressamlar, esarette yapılan müzik aletlerini kullanan orkestra, koro ve onlara müzik yapan besteciler “ varmış. “Sanatçılar, müzisyenler, şairler, tarihçiler, romancılar, aktörler, drama oyuncuları ve özellikle de eleştirmenler beynimizin paslanmaya karşı sağlıklı tutulmasına katkısı olanlardı. Kesinlikle okul yaşamına geri dönmüştük! İngiltere’den kitaplar gelmeye başlayınca da bir kütüphane kuruldu ve matematik, Fizik, Politik ekonomi, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Hintçe, Elektrik, teknikerlik, Ziraat ve karakalem resim kursları organize ettik. Adeta küçük bir Üniversite yaratmıştık.(…) İşte böylesine farklı insanlarla hayatımızın iki yılını geçirdik Yozgat’ta” diyor Teğmen Elias kitabında. Aslen bu faaliyetler izin verildiği gerçeği esirlerin rahat bir ortamda olduğunu göstermesi açısından ilginç. Görünen o ki dedikodular, asılsız haberler ve bilgiler de bolca işgal etmiş esirlikteki hayatlarını. Bittabi bu kitap bir roman tadında yazılmış. Kitabın bir diğer özelliği ise isminde gizli “The Road to En-dor” cümlesi. “Endor’ a Giden Yol” olarak çevrilebiliyor. Yazarın Yozgat’ta kaldığı düşünülünce Endor'dan kasıt Yozgat’tır denilebilir. “Endor” Yahudi Kutsal Kitabında adı geçen bir Filistin ( Kenan) köyü. Bu köyde yaşayan bir cadı var ve “Endor Cadısı” olarak bilinen bu efsanevi kişi Samuel ( İsmail a.s) Peygamber’in ölümünden ve Ramah kentinde gömülmesinden hemen sonra, İsrail Krallığına karşı birleşmiş olan Filistin halkına karşı neler yapacağına dair ne Tanrıdan ne de Urim ve Thummim’den beklediği cevabı alamayınca, peygamberin Ruh’unu çağırmak üzere İsrail Kralı Saul tarafından görevlendirilir ( Samuel İlk Kitap, 28:3-25) . Kralın emri üzerine Endor cadısı ölüler ülkesi Sheol’dan Samuel'in ruhunu çağırır. Ancak beklenen yardım buradan da gelmez. Uykusundan uyandırıldığına kızan “Ruh” tanrının emirlerine karşı gelen Saul’u azarlar ve Saul'un tahttan ineceğini, ordusunun dağılacağını ve Saul’un ve oğullarının da ölüler ülkesine gideceğini tahmin eder. Kral Saul şok olmuş ve korkmuştur. Ertesi gün İsrail ordusu savaşı kaybeder ve Kral Saul yaralandıktan sonra intihar eder. Yani Kılıcıyla tanrıya hizmet eden Saul tanrıya karşı çıktığı anda, aslen yasak olan bir takım büyülerden medet ummuştur. Samuel peygamber ise ona hiç bir yardımca bulunmayacak, aksine yok oluşunu işaret edecektir.

Kutsal kitaplarda adı geçen ve nerede olduğu tam bilinmeyen bu köy, büyücünün yaşadığı şehir olarak biliniyor ve işte yazar da Yozgat’ta geçirdiği günleri böyle bir büyüler şehrinde geçirmiş gibi bir mecaz ile aktarıyor. O yıllarda ise hem batıda hem de doğuda İspritizma- Ruhlarla Konuşma- Cin Çağırma olaylarına, günümüzde de olduğu üzere inananlar çok.
“Endor” kelimesine son yıllarda dünyayı kasıp kavuran “ Star Wars-Yıldız savaşları” kelimesinde de rastlanıyor. Endor uzayın sonsuz boşluğunda, üzerinde canlılar yaşayan bir gezegen olarak kurgulanmış.
Diğer taraftan kitabın farklı baskılarında ve söz konusu kelimenin çeşitli yerlerde yazılış biçimi kimi zaman “ Endor” iken, asıl nüshada bu kelime “ End-or “ şeklinde ayrılmış ki bu durumda kitabın tercümesi “ Sona giden yol ya da” şeklinde bir başka anlama bürünüyor. Yozgat sonları mı olacaktır, yoksa sihirli bir şekilde başka bir şey mi! ?
Kaynak oluşturabilecek bir kitaptan çok, okuyucuyu gıdıklamaya yönelik bir romantik çalışma yani. Görünen o ki yazar esaret yıllarından sonra yazdığı kitabı tamamlamadan evvel mazhar Osman bey’in kim olduğunu öğrenmiş ve yazdıklarını da buna uygun bir kapsama sokmuş. Nitekim birçok baskısı da yapılmış ve savaş, kaçış edebiyatı bağlamında iyi satmıştır. İngilizcesi epey ağır ve karmaşık bir dille yazılmış. Kitaptan konumuzla doğrudan ilgili olan kısımları alacağım. Kimi yerde doğrudan alıntı yaparken kimi yerde özet açıklamalarla yetineceğim.
Olaylar 1917 Şubat ayının sonlarına doğru İngiltere’den subaylardan birine yollanan kartpostalla beraber başlar. Bu subayların büyük çoğunluğu Kut El-Emare’de 11 binin üzerinde asker ve subayıyla Enver paşanın büyük amcası olup “Kut Ül Emare Kahramanı” olarak anılan Halil Kut paşaya 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olan Townsend’in esir edilen askerleridir.
Bu basit görünen kartpostal tüm kampa bir yıl sürecek bir tartışma konusu sağlayacak ve süreç içerisinde iki esirin Türkiye’den çıkmasını sağlayacak olan “açıl susam açıl” kartıdır artık. Kartpostalı yollayan kişi esirlere boş vakitlerini geçirmek üzere bir faaliyet önerisi yapmıştır , “Ruh çağırma". Kartpostaldaki öneriyi ciddiye alan bir grup subay bir “ Ruh Çağırma Grubu” kurar. Hiçbirisi bu konu hakkında bir şey bilmemektedir ama kartpostalda açık ve net bir şekilde talimatlar yazılıdır. Öncelikle bir Ouija tahtası yapılır karton parçalarından. Bir süre başarısız ruh çağırma seanslarıyla geçer. Herkes bıkmış, ilgi kaybolmaya yüz tutmuştur. Ancak, arkadaşlarına şaka yapmak isteyen Teğmen Elias (yazar) gene bir seans sırasında kartları kendisi hareket ettirir ve arkadaşlarını gerçekten ruh geldiğine inandırır. Önceleri arkadaşlarını kandırdığı için kendine kızsa da, sonradan aslında kampın Türk idareci ve çalışanlarını da kandırabileceğini düşünüp oyununu oynamaya devam eder. Önce kampta görev yapan Yahudi asıllı Moiz adlı tercümana inandırır ruhlarla konuşabildiğini. Kendisi bir yerlere paslı bir tabanca gömüp, bunun “ruh aracılığıyla” Moiz tarafından bulunmasını sağlar. Tercüman oltaya takılmıştır.
“ Ama içimdeki şeytan beni dürttü " Yapma, hiçbir şey söyleme, bunlar sadece şakaydı. Söylemek istersen her an söyleyebilirsin ama bu gün dışarısı çok soğuk ve başın ağrıyor. Yataktan çıkma !"
" Ama şaka değildi. Ciddi olarak deniyorduk," dedim kendi kendime " İşte bu nedenle çok acımasız bir kandırmaca bu." ve yataktan çıktım.
" Olduğun yerde kal, sana söylüyorum" dedi içimdeki şeytan " Çok güzel zaman geçirmelerini sağladın ve bu devam edebilir" . Yeniden yatağa girdim. Evet, çok güzel bir gece geçirmiştik- bunu Doktor da söyledi. Konuyu biraz daha düşünmeliyim.(…) (Tabii kitapta geçen bu konuşma ya da diğer konuşmalar konuşulanların tamı tamına aynısı değil. Böyle bir konuşmayı tıpatıp ertesi gün bile anlatmak zor, iki yıl sonra ise daha da zor. Bu konuşmalar olan bitenin benim tarafımdan “canlandırılmış” gerçek aktarımları. Kitapta olduğu söylenen her olay ise gerçekten olmuştur)”
Bu satırların yazarının “küçük bir kandırmaca” olarak başladığı şey gittikçe gelişmiş ve artık esirler arasında kendisinin gerçekten medyum olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Tabii olan bitenden kısa süre sonra esirlerden sorumlu askerlerin de haberi olmuştur. Ancak bu yalanda yalnız olmadığı için itiraf etmesi durumunda, kendisi ile işbirliği içerisinde olan diğerlerini de açıklamak zorunda kalacaktır. Zaten açıklamayı da pek istememektedir. Esirin kaçma girişimi planları ise bu olaylardan sonra iyice şekillenmeye başlayacaktır. Beklide özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum.
Seansları ise ana koridorda yapmaya başlarlar.
“Ana koridorda Worchester Yeomanry birliğinden beş subay birlikte, yan yana yatıyorlardı. Burası onların yatak odasıydı.”
Bu subayların neden sadece 5 kişi ve hep beraber, yan yana yattıkları ise incelemeye değer.
Bu durum kendilerine “Süvariler Kulübü” denilen bu şahısların başka bir yere taşınmasına kadar sürer. İki bina arasında koridor olan burası gizlilik için uygundur ve birçok faaliyet için ise en uygun yerdir de. Yine bu koridorda “The Fair Maid of Yozgat” adıyla yazılan pantomim gösterileri yapılacak ve Türklerin bu “ onurlu misafirleri” kendilerini esir edenlere olan duygularını gece yarısından sonra ifade edeceklerdir.

“ Tabii ki bunu Türk gardiyanlarının önünde yapmaya cesaret edemezdi kimse. Bu koridor esirlerin kendi yaptıkları müzik aletleriyle pratik yaptıkları, Avustralya denizaltısı AE2 komutanının " Little, Stoker & Co." şirketi adıyla içki damıtmaya çalıştıkları koridordur ve burası “Ruh” un yaşadığı yerdir. “ diyor yazar.
Belki de özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum. Ve devam ediyor yazar:
“ Olan biteni Kamp Komutanı Binbaşı Kazım Bey de duymuş olmalı ki bir gün beni yanına çağırdı.
Komutan odasına vardığımda Kazım Bey kibarca ve ciddiyetle selamımı aldı, beni selamladı. Öncelikle aramızda geçecek konuşmaların hiç kimse tarafından bilinmemesi gerektiğini ifade etmişti ki neler söyleyeceğini bildiğimi belirttim.
- O zaman söyleyeyim, ölmüş bir Yozgat Ermeni’sinin definesini bulmamı isteyeceksiniz. Bunu Ruh’ların yardımıyla yapmamı isteyeceksiniz ve bana bir ödül vermeye hazırsınız.

- Komutan şaşırmış görünerek sandalyesinde geriye yaslandı, gözlerini bana dikti.
- Doğru mu söyledim Komutan?
Kafasını eğdi ve tek kelime etmedi. O kalemiyle oynarken ve ben de ilgisiz görünmeye çalışıp ve hafiften gülümserken sessizce bir süre durduk. Bu durumda gülümsemek ne demek, yüreğim sevinçten küt küt atıyordu.

- Korkarım ki, esirlerimden birisiyle bir anlaşma yaptığım Savaş bakanlığı tarafından duyulursa benim için iyi olmaz.”

Bir bu durum çeşitli gelişmelerle devam ederken, beklenmeyen bir şey olur. Kendisinin de medyum olduğunu iddia eden ve Afyona yollanacak olan esirlerden birisi söylenenleri yalan çıkararak Kazım beyin planı uygulamaktan vaz geçmesine neden olur. Artık yapılacak tek şey gerçekten deli numarası yapmak, esir değişiminden yararlanarak esaretten kurtulmaktır. Ancak “Ruh”un yardımıyla yeniden Kazım bey’in güvenini kazanır. Ruh yapılacak her şeyi tek tek anlatır Kazım bey’e: esirlerin Doktora sevk edilmesini isteyecek ve aynen şunları söylemesi istenir:

" Esirlerden iki tanesi konusunda endişeliyim. Profesyonel düşüncelerinizi alarak ona göre hareket etmek istiyorum. Bu esirlerin akıl sağlığı olduğunu düşünüyorum. İngiliz doktor bu ikisinin hastalığını saklamak amacında. Jones ve Hill ile bazı esirler uzun süredir ruh çağırma ve telepati işleriyle uğraşıyor. Zaten bu nedenle hücre cezası aldılar ve dışarıdan esirlerle konuşmaları yasaklandı. Hücre cezası sırasında neler yaptıklarına dair tercüman Moiz ve Aşçı ile konuşmanızı salık veririm. Akıl hastalığı var ise kötü bir şeyler yapacaklarından çekindiğim için İstanbul’a yollanmalarını ve orada tedavi olmalarını ya da onlar için ne gerekliyse yapılmasını tavsiye ediyorum.
İşte Yozgat’ta görevli Doktorlar Yüzbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Beye 13 Nisan 1918 sabahı hapishanenin resmi ağızları tarafından bunlar söylenir. Fiziksel durumları da buna güzel örnektir; günlerdir yıkanmamış tıraş olmamış ve sadece kuru ekmek yiyerek kilo vermişlerdir. Nabızlarını düşürmek içinse çok miktarda "phenacetin" ilacı almaktadırlar. Odaları ise karmakarışık, her taraf pislik içindedir. Esirleri bu ortamda ziyaret eden doktorlara esirler İngiltere’den nefret ettiklerini, İngilizlerin kendilerini öldürmek istediklerini söylerler. İngiltere’yi bölmek için bir planları vardır!
Ve her iki esirin İstanbul'da tedavi edilmelerine dair tavsiye mektubu her iki doktor tarafından imzalanır…
Komutan kazım beyin İstanbul’a yazdığı raporlara doktor raporları da eklenir ve 15 Nisanda İstanbul’a telgraf çekilir. 16 Nisanda Yozgat kamp komutanına İstanbul’dan bir telgraf gelir.

"Sayı 887. 15th Nisan. Acildir. Çok Önemli. 77 Numaralı telgrafınıza cevaptır. Teklif ettiğiniz üzere iki İngiliz subayının gözlem altında tutulmak üzere haydar paşa hastanesine gönderilmesine. Konu ile ilgili Çankırı Komutanı ile bağlantı kurunuz.-KEMAL."

Şöyle devam etmiş yazar “ 8 Mayıs sabah saat 10 sıralarında İstanbul'a giriyorduk. Dünya kaynayan bir kazan gibiydi. Rusya sonsuza kadar kırılmıştı. Türkiye'nin sonu belliydi. İngiltere, Almanya, Avusturya, Romanya, Sırbistan, İtalya, Fransa çok kan kaybetmişti ve bu aşamadan sonra evvelki güçlerine asla bir daha erişemezlerdi. Güç ve Gurur günleri geride kalmıştı.(…). Böyle şeyler daha evvelde olmuştu; Çin medeniyeti, Meksika medeniyetleri, Hint ve Asurlular, Persler, Mısır, Yunanlılar ve Romalılar da böyle çökmemiş miydi? Şimdi ise sıra Avrupa’ya gelmişti. Yerküre tarihinde bir başka gün kararmaktaydı. Ama küllerden yepyeni bir dönem doğacaktı. Medeniyetler, bilim ve bilginin ışığı küllerden canlandırılmalıydı (…) Ama bu ateşi kim canlandıracaktı?
İstasyondan bize yarım mil kadar uzakta tepedeki Haydarpaşa hastanesine yürüdük. Son on gündür düzenli olarak phenacetin ilacı alıyorduk ve yemek yemediğimizden dolayı iyice yorulmuş olan bedenlerimiz yarı yolda koyuverdi ve dinlenmek zorunda kaldık.(..) Uyandıktan sonra, gece karanlığında formaliteler halledildi.
Hastabakıcının bizi götürdüğü odada on yatak vardı. Beş bir yanda beş diğer yanda. Beni kapının yanındaki 10 numaralı yatağa yatırdılar. Yanımda 9 numaralı yatakta bir Türk subay yatmaktaydı. 8 numaralı yatağı da Hill’e verdiler. Koridor kapkaranlıktı. Sabaha kadar uyumamamız gerekiyordu çünkü Doktor O’farrel, gözlerimizde deli bakışı olması için yapılacak en iyi şey uykusuz kalmaktı. Hastaneye gelir gelmez doktorların bizi göreceğini düşünmüştük ve bu nedenle bir önceki gece de uyumamıştık. Yataklarımız rahattı (daha haşere mevsimi gelmemişti” . Sabaha kadar arada bir dalıp hemen uyanarak böylece bekledik.
Haydarpaşa’da Türk doktorların genel anlamda insancıl ve eğitimli beyler olduğunu burada belirtmeliyim. (…)Sabah olduğunda ise Hill gene elindeki incili okuyup her dinden dualar etmeye ve namaz kılmaya başladı. Uykusuzluktan ölüyorduk. Koridorun yavaş yavaş aydınlığa dönüşmesiyle birinin beni sarstığını hissettim:
Hastabakıcı " Çorba, Çorba! "diye sesleniyordu. İçinde birkaç mercimek yüzen bir çorbaydı bu.
Saat yediydi ve ben son iki saattir uykuya dalmışım. Aramızdaki subay uyuyordu. Yedi numarada a yatan yakışıklı bir genç subay büyük bir dikkatle Hill’in ne yaptığına bakıyordu. Daha sonra bu adamı daha da iyi tanıyacaktım. Bu subay bir Kürt beyinin oğlu ve yiğit bir savaşçı olan Süleyman Sırrı idi. Aklı tamamen yerindeydi ama bacaklarını onun bir sinir kliniğine yatırılmasını haklı çıkaracak bir sinir hastalığı nedeniyle kullanamıyordu ve belki de sonunda bir akıl hastanesine görülecekti. Bu subay zamanının çoğunu bizi gözleyerek geçirirdi ve diğer hastabakıcıların tamamından daha tehlikeliydi. Çünkü çok mantıklı ve keskin bir zekâsı vardı, yani her sporcu gibi o da her detayı görebiliyordu. Süleyman Sırrı her gördüğünü doktorlara anlatırdı. Bir Türk subayı olarak yaptığını görevi olduğunun farkındayız ve söylediklerinde ne bir fazla ne bir eksik vardı. Aslen bizim için hastanede yaptığı küçük iyiliklere minnettarız; örneğin diğer hastaların bizlere de kardeş subaylara davrandıkları gibi davranmaları konusunda ısrarcıydı. Süleyman Sırrı Diyarbakırlıydı. “Batı” kültürüyle hiç alış veriş yapmamıştı ama doğal olarak bir centilmendi. Kibar, cesaretli ve müthiş vatanseverdi; herhangi bir ülkenin evladı sayabileceği yapıda bir adamdı ve eğer Türkiye’de onun gibileri çoksa, bu ülkenin geleceği umut vaat ediyordu.(…).

“....Beni ilk muayene eden doktorlar üzerinde deliliğime dair umduğum etki oluşmuştu. Daha sonra tıp literatürüne mi baktıklarını yoksa ki büyük ihtimalle böyleydi, onun adını zaten biliyorlar mıydı bunu bilemem. Ama birkaç gün sonra Başhekim mazhar Osman Bey bana " Glasgow'dan Doktor M…” hakkında sorular sorup, arkadaşımı tanıdıklarını gösterdiler; bu durumda olabildiğince kurnaz bir tavır takınarak bu ismi daha evvel duymadığımı söyledim. Başhekim kendi kendine gülümsedi ve gitti. )

Tıp Heyetini Kandırmak
Daha sonra doktorlar revirden çıktılar.
Bir saat kadar sonra bir hastabakıcının anonsu duyuldu “ Doktor Bey geldi”. Hill dışında revirdeki tüm hastalar saygıyla silkindiler. Mazhar Osman Bey olmak üzere bir grup doktor içeri girdi. Hemen arkasından İhsan ve Talha ve arkalarında öğrenciler ve hastabakıcılardan oluşan bir grup. Öğrenciler bu büyük Doktorun kullanabileceği bir takım aletleri tepsilerle taşıyorlardı.
Mazhar Osman tıknaz, iyi giyimli, sağlam ve 40 yaşlarında bir adamdı. Yüzü neşeli ve en önemlisi zekâ fışkırıyordu. Almanca ve Fransızcayı Türkçeyi konuştuğu kadar rahat konuşuyordu ve her yönüyle çok iyi eğitimli ve başarılı bir insandı. Kendi alanında, Doğu Avrupa’daki en iyi akıl hastalıkları uzmanı olarak biliniyordu. Daha sonra da keşfettiğimiz gibi, Berlin’de, Paris’te ve Viyana’da eğitim görmüş ve bu konuda birkaç kitap yazmıştı. Bu kitapların bir kısmı Almancaya tercüme edilmişti ve temel kitap olarak kabul ediliyordu. [Daha sonra onun favori hastası olduğumda kendi yazdığı “İspritizma Aleyhinde” adlı bir kitabını imzalamış ve hediye etmişti. Anlayabildiğim kadarıyla (çok teknik dilde yazılmıştı), ruh çağıranların olması gereken yerin özel akıl hastaneleri olduğunu ve otomatik yazma, masaya parmaklarıyla vurma, gibi fenomenlere vs. gibi “bilinçsizce” olduğu söylenen reaksiyonların ruhlarla konuşma yaptığını söyleyenler yanı sıra sinir buhranı hastalarında da görülen Akıl hastalığında Genel Felç (G.P.I) olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Yazdığı kitaba karşı İspritizma bakış açısını anlatan bir kitap yazmam için meydan okudu. (umarım bu kitap o işlevi görür). Tabii sıradan bir insanın onun profesyonel becerilerini değerlendirmesi düşünülemez, ancak Hill ve ben şunu söyleyebiliriz: İstanbul’da kaldığımız süre içerisinde Türk, Alman, Avusturyalı, Hollandalı, Yunan, Ermeni ve İngiliz iki düzine kadar doktor bizi muayene etti. Akla gelebilecek fer türlü test, tuzak, sorgulamada geçirildik. Şüphesiz, onların birçoğu, “tıbbi tarihçeyi” okumadıkları için şüpheleniyorlardı ama Mazhar Osman kadar bizi yakalanma korkusuna iten ya da olup bitenin tamamını bildiğini düşündüğümüz bir başka doktorla tanışmadık.
Kontrolünü yaparken sanki Hill’e bakmadı bile.
Daha sonra öğrendiğimize göre en meşhur oyunu hastaları birkaç gün kendi başlarına bırakmakmış- ama benim yatağımın yanına geldiğinde durdu ve sessizce birkaç dakika bana baktı. Sonra elini kalbimin üzerine koydu. Kalbim normaldi.
Sıkıntılı bir sesle " Sanırım sen de kap uzmanı olmalısın."
Moiz tercüme etti ve Mazhar Osman benim uzmanlar hakkında söylediklerimi biliyor olacak ki, gülmeye başladı ve neden böyle kızgın göründüğümü sordu. İhsan beyin bana deli dediğini ve beni burada arzum dışında tuttuğunu söyleyerek şikâyet ettim.
" İhsan Bey seni anlamaz, Türkçe konuşman lazım" diye yanıtladı Doktor.
" Konuşurum, bir ayda öğrenirim" (ve öğrendim!) " Dünyadaki tüm dilleri de öğreneceğim" Mazhar Osman Bey'in Türkçe öğrenmem için verdiği tavsiye o kadar etkileyiciydi ki “Türkçe lisanını anlatan 100” kitap talep edip bana bir tane kitap gelene kadar talebimi yineledim (parasını da ben verdim tabi). Hagopian tarafından yazılmış Konuşma Dili Kitabı, harika bir kitap. Çevrede bir sürü öğretmen vardı, yani hastanedeki tüm Türkler ve en önemlisi de her sorduğumda bana ders veren Doktorlar. Türkçeyi öğrenmekteki hızım Mazhar Osman Bey’i memnun etmişti. Şunu itiraf etmeliyim ki böylesine akıllı bir meşguliyet benim için çok önemliydi ve tek pişman olduğum şey, bir deli olarak, bu çok ilginç dili düzensiz ve aklıma estiğinde çalışıyordum. Gene de “ünlü” bir hasta olabilmek için yeterince dil öğrenmiştim. Temmuz ayında bir kısım tıp görevlisiyle bizi ziyarete gelen Hollanda elçiliğinden de beklemediğim ve aslen çok hoş “beyanatı” aldım. Bu beyanat Elçilik tarafından bir “rapor” halinde gönderilmiş ve Hindistan Bürosu vasıtasıyla aileme iletilmişti. :- " Haydar Paşa Hastanesi.- Bu hastanede Topçu Birliğinden (Gönüllü) teğmen Henry Elias Jones’u ziyaret ettik.10 Mayıs 1918 tarihinde Akıl hastalığı teşhisiyle Yozgat’tan havale edilmiş. Kendisi mutlu görünüyordu ve uzunca bir süre konuştuk. Kendisi bir Türk olmak ister ve İngilizlere güvenmiyor, ailesinden ya da İngiltere’den gelen hiçbir şeye el sürmüyor. Kendisine bir Türk üniforması verilmesini ve Türkiye’de yerleşmeyi istiyor. Akıllı birisi olduğundan çok kısa bir sürede ve çok güzel bir aksanla Türkçe konuşmayı öğrendi. İlk esir değişiminde büyük ihtimalle memleketine yollanacaktır"
Mazhar Osman yeniden gülümsedi ve gittikçe büyüyen öğrenci kalabalığına dönerek Türkçe bir şeyler söyledi. Sonra reflekslerimi kontrol edip, asistanlarına talimat verdi ve reviri terk etti.
Kısa süre sonra bu talimatın ne olduğunu öğrendim. İhsan ve Talha gelip kan örneği ve omurga suyu örneği alacaklarını söylediler. Bu tahlilleri yapmamalarını umuyordum çünkü frengi hastalığım olmadığını kesin olarak tespit edeceklerdi. Yalanımın ortaya çıkmasının ilk adımı olabilirdi bu.
Ama doktorlar hiçbir şeyi şansa bırakmıyorlardı. Frengi hastalığı geçirdiğimden emindiler, bunu ispat etmeleri gerekiyordu ve bunu kendileri söyledi. Eğer frengi hastalığı geçirdiğimi itiraf etmezsem, tahliller yapılmalıydı.
Böyle bir şeyi kabul etmek de çok tehlikeliydi çünkü bu kez, itirafa rağmen tahlilleri yapmak isteyebilirlerdi. Bu da benim yalancı olduğumu ispat edecekti. Benim amacım ise gerçeği öyle bir şekilde anlatmaktı ki onlar bunun bir yalan olduğunu düşünsün.
" Protesto ediyorum, ben hiç frengi geçirmedim."
" Kanın ve Omurga suyu kimin doğru olduğunu gösterecek," İhsan gülümsüyordu.
" İkisinde de bir problem yok" . Bu ana kadar doğruyu söylemiştim. Şimdi öyle bir yalan eklemeliydim ki onları şaşırtsın, kafaları karışsın " Her ikisini de İngiltere’de M…yaptı. Biliyorum. Ama çok eminsen, benimle bahse girer misin? "
" Kesinlikle" dedi Talha- herhalde biraz para kazanmak istiyordu!-" Kaç paraya bahse girelim? "
" Yüz bin pound diyelim," .
Talha rakamı yüz punda indirdi. Neşe içinde örnek alınmasına izin verdim. Onlar örnek alırken de nasıl paralarını alacağımı, M.. den de bu şekilde para kazandığımı anlatıp duruyordum.
(….)
Şüphesiz, bakteriyologun raporu her şeyin sağlıklı ve yerinde olduğunu gösterdi. Neşem yerine gelmiş gibi davranıyor, Ihsan ve Talha’yı kızdırmaya çalışıyor, her gün paramı istedim diye yaygarayı basıyor Enver paşayı görmek istediğimi söylüyordum. İhsan ve Talha ise kafa kaşıma konusunda birbirleriyle yarışmaktaydılar. İki insanı bu kadar ilgili bu kadar şaşkın olabileceğini daha evvel görmemiştim. Bu arada Hill'e dokunulmuyor, yalnız başına bırakılıyordu. Yine bu da sahtekârlığın ortaya çıkarılabilmesi için bana yapıla uygulamalara benzer bir uygulamaydı. Hill, kimsenin kendisine yanaşmamasına rağmen, 24 saat sürekli olarak gözlem altında tutulduğunu çok iyi biliyordu.
Hastaneye yatırılışımızdan beş gün sonra, 13 Mayıs tarihinde bizimle ilgili bir Kurul toplandı. Yine ilk sefere benzer şekilde beni muayene ettiler ve özellikle kendimi asma girişimi hakkında epey yoğunlaştılar. Ben de böyle bir şey olduğunu inkâr etmeye devam ettim tabii. Keza, Hill hakkında da bana sorular soruyorlardı. Çantalarımızın içinde ( onların bulması için bilerek koyduğumuz) 1 Haziran 1916 tarihli Hilal gazetesinden kestiğimiz kupürü bulmuşlardı. Gazete kupüründe şöyle diyordu:
" Un aviateur Anglais a Damas.
Le journal 'El Chark' de Damas ecrit : L'aviateur Australien Hol faisant son service dans l'armee anglais, a pris son vol de Kantara pres du Canal, et a survole le desert pour faire des reconnaissances. Une panne survenue en cours de route l'obligea a atterir.
Quelques habitants du desert ont accouru sur les lieux pour le capturer, mais il opposa une resistance acharnee qui a dure six heures. Finalement il a du se rendre. Cet aviateur a ete amene a Damas."

Mazhar Osman Beyin beni Hill'in kaçışı ile ilgili sorgulamasından, gazete kupürünü bulduklarını ve ilgilerini çektiğini anladım. Bizim istediğimizde zaten buydu. Bu konuda tek bildiğim şey ise Arapların Hill’in kafasına vurduğu ve bayıldığıydı. (Ki bu doğru değildi, çünkü Araplar Hill’e hiç zarar vermemişlerdi ama Doktor O’Farrel kafadaki bir yarığın Hill'in “ Tıbbi geçmişi” konusunda artı puan olacağını söylemişti. Hill'in kafasındaki yarığın Doktorları bir şekilde etkilediğini söylemek gerek çünkü bir süre kendi aralarında fısıldaştılar).
Daha sonra Mazhar Osman Bey Hill için ne düşündüğümü sordu- sanırım onun deli olduğunu söylememi ummuştu. Ben ise Hill'in benim mühendisim olduğunu ve benim için aynı anda 10 bin adam taşıyacak bir uçak üzerinde çalıştığını, bu uçaklardan 3000 tane yapıp 30 milyon adamla İngiltere’yi işgal edeceğimi vs. zırvalar anlattım. Lafımı kesip gitmemi söylediler ama ben Enver paşayı görmek istediğimi tekrarlayıp kan testlerinin benim akıllı olduğumu ortaya koyduğu nedeniyle ve sair nedenlerle Türk subayı yapılmam gerektiğini söylemeden gitmedim.
Daha sonra Hill çağrıldı ve muayenenin şu şekilde devam ettiğini anlatır:
" Jones odadan çıktıktan sonra beni içeri aldılar. Oda küçüktü ve içerisi doktordan geçilmiyordu. Başhekim Mazhar beyin önünde bir tabureye oturmam istendi. Mazhar bey benimle yanımda oturan tercüman aracılığıyla konuşuyordu.
Çok gergindim çünkü ilk beş günde sinirlerim yıpranmıştı, ama bu kadar yabancı arasında korkmuş biri gibi davrandım. Durmadan incili karıştırıyor, bakıp kapatıyordum. Sonra aşağıda anlattıklarıma benzer bir konuşma başladı:

DOKTOR. " Durmadan okuduğun o kitap ne? "
HILL. " İncil."
DOKTOR. " Niye bu kadar çok okuyorsun? "
HILL. " Bu günahkâr dünyada tek umut o. Sen okumaz mısın İncili? "
DOKTOR. " Bu dünyaya nasıl günahkâr dersin, sen bir papaz mısın? "
HILL. " Hayır."
DOKTOR. " Dini inancın ne?"
HILL. " Tüm dinlere inanırım. Allah birdir."
DOKTOR." Akrabalarının arasında akıl sağlığı sorunu olanlar var mıydı? "
HILL. " Hayır." (Moiz’e dönerek) " Niye bana bunu soruyor? "
MOIZ. " Senin iyiliğin için."
DOKTOR. " Ne gibi hastalıklar geçirdin? "
HILL. " Tifo geçirdim."
DOKTOR. " Başka bir şey? "
HILL. " Gençken havale nöbetleri geçirirmişim. Ailem öyle söylerdi ama bence havale değildi. " (Tabii ki bu da O’Farrel’in öğrettiği yalanlardan birisiydi.)
DOKTOR. " Nasıl bir şeymiş bu? "
HILL. " Aniden yere düşerdim. Gerisini de hatırlamıyorum."
DOKTOR. " Niye kendini asmak istedin? "
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz görmüş seni!"
HILL. " Hayır, yapmadım! "
DOKTOR. " Bu makine çizimini Jones için yapmışsın? "
[devasa bir makineyi betimleyen bu çizimi Doktorların bulması için çantama kendim koymuştum. Makinenin işlevi tepeleri düzleştirmek, körfezleri doldurmak ve tüm adaları kökünden sökerek denizi seyahat için dümdüz hale getirmekte kullanılacaktı! Makine için enerji ihtiyacını ise Mısırdan sökülen Büyük Piramitten alacaktı. Piramit 500 ayak uzunluğunda bir platforma oturtulacak, platform dalgaların hareketiyle oynayınca enerji sağlanıp dev gibi bir bıçakla adaları, burunları vs. kesecekti. Makinenin bir diğer görevi ise Britanya adalarını doğramaktı. Daha sonra adaları ters yüz edip yeni Britanya’da güzel bir hayat kuracaktık.]
HILL. " Evet, ama çok anlamsız bir çizim o, garip bir şey"
DOKTOR. " Peki, neden çizdin? "
HILL. " Çünkü Jones çizmemi istedi."
DOKTOR. " Jones’un dediklerini niye yapıyorsun ki? "
HILL. " Ahlaksız adamın biridir ve ben onu imana çağırıyorum. İstediklerini yaparsam imana geleceğine söz verdi"
(…)
DOKTOR. " Jones’u savaş öncesi tanır mıydın, ne iş yapardı? "
HILL. " Tanımazdım. Sanırım Burmada Hakim’di"
DOKTOR. " Buranın neresi olduğunu biliyor musun? "
HILL. " Sanırım burası bir hastane."
DOKTOR. " Pek bu insanlar kimler biliyor musun? "
HILL. " Sanırım hepsi doktor."
DOKTOR. " Hastalığının ne olduğunu biliyor musun? "
HILL. "Hastalığım yok benim. Bir problemim yok." (Doktorlar kendi aralarında bir şeyler mırıldandılar.)
DOKTOR. " Neden intihar etmek istedin ?"
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz seni görmüş."
HILL. " Yapmadım. Ahlaksızlık bu."
DOKTOR. " Yalan söylemek de ahlaksızlıktır."
HILL (utanmış görünerek). " Evet."
DOKTOR. " İntihar etmeye çalışmak aptallıktır ama bazen insanlar artık daha fazla yaşamak istemediklerini düşünebiliyorlar. "
(Hill, sinirli bir şekilde kıpırdanıyor ve çok utanmış görünüyordu, başını salladı) " kendini asmaya çalıştın, öyle değil mi? Dindar bir insan olduğunu biliyorum ve bana doğruyu söyleyeceğinden eminim. "
HILL " Evet."
DOKTOR. " Neden? "
HILL (ağlıyordu). " Jones kendini öldürecekti, ben de Jones’tan ayrılmak istemedim. "
MOIZ. " Doktor sana teşekkür ediyor. Hepsi bu. "
............................
Temmuz ayına kadar altı hafta boyunca kendimizi oyunumuza verdik. Bu aşamada başarımızın nedenleri konusunda kuruntulu değildik. Kuşkusuz, iyi rol oynamıştık ama tek başına bunun da yeterli olmadığının farkındaydık. Doktorların verdikleri karar ellerinde bulunan “ Tıbbi geçmiş” dosyalarımıza dayanarak verilmişti. (…) Bu öykümüzle Mazhar Osman beyin gerçekten hak ettiği şanına leke sürmek amacında değiliz. Böyle bir şey algılanması bizleri gerçekten üzerdi ve kesinlikle bizlere onun ve Haydarpaşa Hastanesinin diğer personelinin gösterdiği centilmence ilgi ve şefkate verilecek bir karşılık değildir. Bizler onlar için düşman değildik ve Türk Subaylarına nasıl davrandılarsa bizlere de öyle davrandılar.

Başarımızı Doktor O’farrelin öğrettiklerini, Ruh aracılığıyla oynama yeteneğimize bağlı olduğunu ifade etmeliyim.
Osman beyin elindeki dosyada şunlar vardı:
1.-Yozgat kampından Binbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Fahri raporu.
2.- Yozgat kamp komutanı Kazım Bey tarafından yollanmış (Ruh tarafından dikte edilmiş) telgraflar ve raporlar. Bu raporda son iki yıldır davranışlarımızın diğer esirler tarafından “eksantrik” olarak görüldüğü ve hastalığımızın esaret süresince gittikçe kötüleştiği.
3.-Ruh çağırma ve telepati çalışmalarımıza dair raporlar
4.-Mardin de kendimizi asma girişimimiz. Ki bu gerçek kasaba hâkimi, muhafızlar ve Moiz tarafından da teyit edilmiş ancak tarafımdan ret edilmiş, Hill ise kısmen kabul etmişti.
5.- Sivilce Moiz’in hakkımızda tuttuğu günlük. Doktorlara sunulmak üzere Kazım bey tarafından emredilmişti ama aslında Ruh tarafından yönlendirilen rollerimizin kaydıydı.
6.-Sivilceye sorulan sorulara verdiği cevaplar. Doktor O’farrelin yönlendirmesiyle, ne gibi sorular sorulabileceği ve cevapları daha evvel Sivilceye iyice ezberletilmişti.
7.-Osmanlı Sultanına, Enver paşaya yazdığımız zırva mektuplar, Ada sökücü makine ve dev uçak projeleri çizimleri ve bizlerin deli olduğunu işarete eden sair belgeler çantalarımızda (saklanmış) bulunmuştu.

Tüm bu kanıtlar aslında bizlerin deli olduğunu ispat etme gibi bir derdi olmayan Türk yetkilileri tarafından oluşturulmuştu. Mazhar Osman Bey’e Yozgat’taki İngiliz Doktor O’farrel’in bizim İstanbula getirilmemize karşı çıktığı ve aslında hafif nevrasteni dışında bir rahatsızlığımız olmadığını düşündüğü söylenmişti. Bu durum tabii bizler ve kendi memleketimizden bir doktor ile aramızda herhangi bir dayanışma olmadığının kanıtıydı. Kendimizi asma girişimlerini ret etmemiz doktorları kesinlikle etkilemişti. Benim, daha evvel M.. tarafından akıl hastanesinde bir süre tutulduğumu istemeden itiraf etmem ve ama sonra da bunu inkâr etmem de etkili olmuştu.
Mazhar Osman Bey’in gördüğü kadarıyla ve dosyalardan anlaşıldığı üzere Türk yetkililer bizlerin deli olduğunu ispat etmeye çalışırken bizler de deli olmadığımızı ispat etmeye çabalıyorduk. Doktor Mazhar Osman bey’in Sivilce ve Yozgat Türk yetkililerinin verdiği beyanatların doğru olmadığını düşünmesi için herhangi bir geçerli neden yoktu.(…)
Türklerin sunduğu kanıtlar ve ilk muayenede aldığı cevapların Mazhar Osman beyin bizim hakkımızda deli olduğumuza dair öngörüsünün haklı nedenleri olup olamayacağına sadece bir tıp adamı karar verebilir. O zaman ve şimdi de inancımıza göre, Doktor OFarrelin bize öğrettiklerini yaparsak, bize kurulan tuzaklara düşmezsek, bizlerin sahtekâr olduğunu dünyada hiçbir doktor tespit edemezdi. Diğer taraftan şanslıydık, çünkü Mazhar Osman o kadar meşgul bir insandı ki bizi gözleyecek hiç mi hiç vakti yoktu. (…) sabah seanslarında kısa bir süre dışında bizi göremezdi. Tüm diğer işlemler kıdemsiz doktorlar tarafından yürütülüyordu. Aksi olsaydı, sanırım kesinlikle “yakalanırdık” ve Mazhar Osman bize deli dediyse, kıdemsiz doktorlar bu yargının üzerinden hareket ediyorlardı. Sanırım bu inanış onların hüküm verme ve gözlem güçlerini etkilemişti. Görevimiz değişimle bizi götürecek olan gemi gelene kadar ”role devam” etmekti. Gece gündüz gözlem altındaydık. Her ikimiz için de zor zamanlardı bunlar. Tek bir hata yalanımızı ortaya çıkarabilirdi. Kıdemsiz doktorlar bizlere (şüphesiz Mazhar Osman Bey’in talimatıyla) çeşitli tuzaklar kuruyor, çeşitli şekillerde bizi deniyorlar ve sonuçları da rapor ediyorlardı. (….)
Ama biz deli ve maceracılar, delilik maskesi altında vakarlı ve neşeli vakit geçiren insanlar savaş bitmeden bir gün İngiltere’ye döneceğimizi ve kullanabileceğimizi düşünerek politik ve askeri bilgiler toplamaya devam ediyorduk. Bu ve Türk karakteri hakkında tespitlerimiz ise başlı başına ayrı bir öykü.

(…) Salıverildikten sonra öğrendik ki Yozgat kampından “Büyük Firar” 7 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşmiş. (Cochrane, Sweet (öldü), Stoker, Matthews, vs). Bazıları sonradan yakalandı. Ayrıca, bizim ayrıldığımız Nisan ayından beri Yozgat kampında 12 esir ölmüş. Bunlarsın arasında ise sonsuza kadar unutmayacağımız ve bize çok yardımcı olan Britanya Deniz Kuvvetlerinden Teğmen E. J. Price da vardı; o sonsuzluk problemini çözmüştü artık.
Kazım bey firar sonrası tüm ayrıcalıkları hemen kaldırmış ve sıkıyönetime gitmiş. Ankara’dan bir inceleme heyeti firar nedeniyle kampa gelmiş. İnceleme heyeti ile kamp sakinleri arsında iletişimi ise tercüman görevini üstlenen Fransız Yüzbaşı Shakeshaft gerçekleştirmiş. Kamp sakinleri Kazım beyi suçlamak için ellerinden geleni yapmışlar; sahtekârlık, para ve paketlerin çalınması, kötü davranış gibi şikâyetler iletmişler. Bu suçlamalar ciddi suçlamalar ancak kazım bey de şark kurnazı bir inandı ve olayları örtbas etmeyi çok iyi biliyordu. Daha sonra Kazımın ben ve Hill ile yaptığı anlaşma ortaya çıkmış; define avında çekilen fotoğrafın negatifi bunu ispat etmeye yetmiş. Bu durumda, ruh çağırma seansları yetkililere anlatılmış ve Kazım bey divanı harbe verilip tutuklanmış Böylece de kamp sakinleri ayrıcalıklarını ellerinden alan kazım beyden öç almış oluyorlardı. Tabi bunun üzerine yetkililer Haydarpaşa hastanesine yazı yazıp durumumuz hakkında bilgi istemişler. Hala yetkilileri durumumuza inandırıyor olmamızı ise o aşamada doktorların bizlere kesinlikle deli gözüyle baktıklarına yoruyorum. Birçok ünlü doktordan oluşturulmuş tıp heyeti hakkımızda kararını vermiş durumdaydı ve bunu değiştirmeye niyetleri yoktu.(…)
Hill 10 Ekim tarihinde İzmir’de bekleyen hastane gemisine binmek üzere yola çıktı. Ben ise- İngilizlerin olduğu gemiye binmem – diyerek ilk gemiyi kaçırdım ama birkaç gün sonra ikinci gemiyi yakaladım. Daha sonra onunla Şam’da otelde buluştuk. Bu arada da Mütareke imzalandı. “Sağlıklı” esirlerden belki de sadece on beş gün önce Britanya topraklarına vardık. ".
Savaş sonrası İngiliz hükümeti birçok kamp komutanını mahkemeye verecektir ama aralarında Kazım Bey yoktur. Konuyla ilgili birçok esirin yazıları gazetelerde yayınlandı. Bunların arasında Yüzbaşı Forbes’un Glasgow Sunday Post gazetesinde çıkan yazıda Kazım beye yardım eden Ruh’un Fatih Sultan Mehmet’in ruhu, bizim asıl Ruh’un ise Napolyon’un ruhu olduğu yazıyor. Ve hayal gücü çok genişmiş!”


Dogan Sahin 2009