Total Pageviews

Saturday 16 March 2013

Birey Olmanın Hedefi ya da Hedef olarak Birey.

18 Yaşımda Üniversiteye başladığımda, sol hareketlere sempatiden öte bağlılığı olan bir genç idim. Okuma, yazma ve yabancı diller öğrenmeyi seviyor, bir yandan da “Kapitalist Batı’yı” merak ediyordum. Nasıl olup da hem “Kapitalist” hem de “ Özgür” olunurdu? Bu bir çelişki idi genç dimağımda. Özgür olunacaksa, tüm “toplum” özgür olurdu. “Birey” olmak kötüydü, . Bencil ve Birey eş anlamlıydı, bence!. 2 yıl sonra, 1984 yılında, dil bilgim daha da ilerlemiş bir seviyede iken, normal yollardan ve tahsilimi tamamlayamamış olmaktan dolayı kısmen gönülsüz bir şekilde yurt dışına çıktım. Kapitalizmin en üst düzey örneklerinden birisi olan bir ülke idi geldiğim yer. Uzak ve kimilerimiz için hayalî bir yaşam alanı idi. 12 Eylül darbesi ve hemen öncesini ve sonrasını yaşamıştım ve şimdi birden tüm geçmişimin üzerine sünger çekmeliydim. İki seçenek vardı; ya , deyim yerindeyse, refah ve özlem içinde Avustralya’da ölünecek, ya da geri dönülecekti. Denemeliydim. Dil bilgim bu yeni ülkede sistemi daha çabuk kavramama yarardı. Çelişkiler de zaten bu nedenle daha çabuk kendisini gösterdi. İç dünyam darmadağın olmuştu. Burada herkes önce kendisini düşünüyordu. Bu ne acı bir şeydi! İnsanlar önce kendi ayakları üzerinde kalmayı öğreniyordu daha çocuk yaşlarda. “Toplumculuk” diye bir şey göremiyordum. Yani her koyun kendi bacağından asılıyordu. Bunun, tekil olarak, toplumun tüm diğer bireyleriyle aranda kesin bir sınır çekmek, kendini yaşamak olduğunu düşündüm. Özgürlük dedikleri bu idi. Bu da bireye kendi akıl ve duygu dünyasında hissettiği her şeyi yaşama olanağı sağlıyor, sistem ise bireyin her sorununda yanında oluyor, destek veriyor ve fakat başkalarının yaşam alanlarına mütecaviz herhangi bir davranışta bireyi kolayca hizaya getiriyordu. İşte burada hangi bireyin neyi “ mütecaviz” kabul edeceğini bilememenin getirdiği belirsizlikle, birey süreç içerisinde kendi iç dünyası ve yalnızlıkları ile yaşamayı tercih ediyor ve öğreniyordu. Sürü mantalitesi yok idi. Bireylerden oluşan bu toplumda bir de Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden 50’li yıllarda göç etmeye başlamış “Türkler” , ve onların arafta kalmış, asimilasyonun ağır yükünü taşıyan çocukları vardı. Ben ise artık Türkçe konuşan herkesin ihtiyaç duyduğu her alanda ve makamda “tercüman” sıfatıyla çalışmaya başlamıştım. “Türkleri”, aslında hiç de tanımadığım ülkem insanını mikro ortamda, bir kaç gettodan oluşan yaşam alanlarında tanıdım. Kısa hayatımda ilk kez “etnisite” denilen olguyu orada anlamaya başladım. Türkçe konuşan, ama kendisini Kürt, Alevi, Ermeni, Süryani, Çerkez, Laz, Yörük, Türk şeklinde tanımlayan bu Türkçe konuşanların belirli bazı etnik ve dini özelliklerini hayatlarının her alanında “öncelikli” olarak vurguladıkları gerçeği bir özgürlük müydü yoksa bir parçalanma mı? Bu şekilde kendi “etnik” kökenim de ilk kez benim ilgimi çekti. Öyle ya, kim di benim atalarım? Bilme ihtiyacı hasıl olmuştu. Aradan uzun yıllar geçti, ülkeye geri dönüşler, başka ülkelere uzun seyahatler gerçekleşti. 1991 yılı idi. Babamın vefat ettiği yıl orada olamamıştım. Gömü törenine yetiştim. Bu boyu 2 metre, iri yarı, kara yağız babadan aklımda kalanlar yediğim onca dayak, her sabah erkenden kalkıp tıraş olup işe gitmesi ve akşamüzeri eve gelip, kendi yalnızlığında oturmasıydı. Hiç kendi çocukluğundan bahsetmezdi. Bir tek şey kalmıştı aklımda onun anası babası ve kardeşleri hakkında; dedem ve ninem Kürdmüş. Bunu annem söylerdi. Kürd olmak bir aşağılanma nedeniydi o yıllar. Bir kez de dedem, babaannem ve babamın kız kardeşlerinden birisi gelmiş idi evimize, misafir olarak, belki 10 yaşımda idim. Onlardan aklımda kalan ise kadınların kara çarşaflı ve suratlarında dövme olmasıydı....Erkeklerin ise Türkçesi ağır şiveliydi. Bir daha da görmedim onları. Babamın da ağzından bir kez olsun ben Kürdüm kelimesini duymadım. Takiben, “vatani görevimi” yapmak üzere orduya katıldım. “Her Türk Asker Doğar” nidalarıyla geçti zaman. Her Türkün neden asker doğmuş olması gerektiğini hala kavrayamamışımdır. Örneğin bana, askerlik mesleği hiç de çekici gelmiyordu. Ancak bu mekanizma vardı ve bir gruba “aidiyet” davranışı işte burada dikte ediliyordu. Vatan kelimesinin anlamını kavradım. Vatan kime göre vatandı? Neresi vatan dı? Gidebildiğin her yer vatan olamaz mıydı? Vatan silah ve militarizm mi demek di? Dersim isyanı sırasında babamın 2 yaşındayken, Beroç köyünde, bağlı olduğu Xıran aşiretinin bazı mensupları gibi, dedem ve akrabalarıyla sürgüne gönderilmiş olduğunu çözdüğümde artık 40 yaşımdaydım ve gene dönmüştüm yabancı illere... Kişi geçmişini babası soyuna göre ifade ederse bir Kürd, anası soyuna ithaf ederse bir Türk idim. Kürd ya da Türk olmak beni rahatsız etmiyordu. Ama günlük yaşamımda bu kimliğimi ifade etmek benim için birincil öneme sahip değildi. Öyle takıntılar geliştirmedim. Yaşadığım ülkede ömür geçiren Göçmen Türkiyeliler, her nedense, bazı kesimleri birbirine düşman bile olsa, bir arada yaşamaktaydılar. Bu gittiğim her ülkede böyle idi. Tek fark, hepsi Türkçe ve kendi dillerini konuşuyor, etnik kimliğini vurgulayabiliyordu. Oysa hemen tamamı yaşadıkları ülkenin kültürü ve dilinden kopuk idi. Bu bir ironiydi. Yani, Türkiye’nin bir mikro örneği oluşturulmuş, ancak etraflarını çevreleyen okyanusla ilgilenmiyorlardı. Yeni keşfettiğim Kürd kimliğimi algılayabilmem için Kürdlerin oluşturduğu derneklere devam etmeliydim. Öyle de yaptım ve diğer “Türk” dernekleri yanında onların toplaşma mekanlarına da dönem dönem gittim . Örgütlü olan grup her seferinde “ayrılıkçı “ çizgisinde olan gruptu ve çeşitli isimler altında faaliyet gösteriyorlardı. Kürdler de kendi aralarında kılcallara ayrılmıştı; Soranlar, Goranlar, Dımliler, Kurmançlar, Zazalar, Asurî Kürtler, Yahudi Kürdler, ve farklı hassasiyetleri....Dilleri yasaklanmış, gelenekleri aşağılanmış, inkar edilmiş bireyler topluluğu. Çoğu gücü tamamen teslimiyet içerisinde bir gruba aidiyette arayan insanlar. Militarizmi sevmem. Dolayısıyla, militarist yönleri konusunda hiç bir zaman yorum yapmamaya özen gösterirken, bir yandan bu insanların Kürd kimliklerini gözlemliyordum. Doğru, kendime ait bir sürü yön bulur iken, diğer yandan müthiş bir şiddet eğilimi gördüm. Yaşadıkları coğrafyadan dolayı, deniz aşırı topluluklarla ilişkileri zayıf olmalıydı ki, bulundukları geçiş yolları, zor koşullar onları şiddete yakın kılmaktaydı. Cehalet diz boyu idi. Bu diğer “Türkiyeliler” açısından da çoğunlukla böyle idi denilebilir. İnsanlar tek bir ideoloji, tek bir kişi, tek bir amacı, tek bir dini inancı ya da inançsızlığı sorgusuz ve de sualsiz kabul ediyorlardı. Yani bireyi “çaresiz” yapıyordu. Bireyin bu derece yüceltildiği o ülkede bunun nasıl olabildiği sorusu hala cevapsızdır dimağımda. İşte bu kabullenmişlikle çocuklarının bir kısmı gerillaya katılırken, bir kısmı ise “arafta” kalıyor, ne Kürd, ne de “yabancı” oluyorlar, bir kısmı uyuşturucu ve fuhuş batağında boğuluyor, bir kısmı her şeyden tamamen kopuyor, başak gibi biçiliyorlardı. Çok az kısmı ise eğitim alıyor, profesyonel bilgi sahibi oluyor ve gene kendi grubuna desteğe devam ediyordu. Türkiye’de durum farklı mıydı? Birçok Kürd insanı eğitim alıyor ve fakat bunların bir kısmı dağlarda telef oluyordu. Her seferinde ise, “toplum” bir kaç on yıl geriye öteleniyordu. Tam da “ birçok kazanım elde edildi, bir şeyler oluyor, artık eğitimli gençler eli ile hem Türk ve hem de Kürdler daha refah içerisinde, özgürce yaşayabilecek” umuduna kapılmıştım ki, dün gene birçok genç “şehit” oldu, “vatan” uğruna. İngiliz General C.F. Aspinall’in Çanakkale muharebelerinde yaşananları ifadesiyle: “ Türklerin çiçekleri” elllerinden alınıyordu. Birey olmak çevredeki diğer bireylerle arana çizgi koymanı sağlıyor. Kendi aklını sonuna kadar kullanabilme yetisi veriyor. Hedef seçebilme özgürlüğü veriyor. Diğer yandan birey olmak kişiyi hedef kılıyor, grup mentalitesi bireyi hedef görüyor. Sonunda olan zor yetişen bireylere oluyor. Örgüt, oluşum, toplum, kurumlar ise var olmaya ve savaşa devam ediyor. Hep beraber bir yarım yüzyıl daha kaybetmeğe mecalimiz var mı bu ülkede? Bireysel özgürlükleri ne zaman öğreteceğiz çocuklara? Ben mi, ben artık ne Kürd ne de Türküm, ben bir bireyim ve etnisite adına insan öldürenlerden değilim. Ben yaşadığım coğrafyayı doğal olarak kendilerinin kabul edip onu parçalamak, yutmak ve kendisine katmak isteyen emperyal devletlerin karşındayım. Daha 100 yıl önce parçaladıkları yaşam alanlarımızı bir kez daha parçalamalarına birey olarak direnmeye devam edeceğim. Çanakkale’den Karsa, Hakkari’ye, Süleymaniye’ye, Şama, Süveyş’e, Tripoli’ye kadar her yerin vatanım olduğunu hissetmek istiyorum. Ben bir bireyim, en çok da Anka kuşunun kanatlarında, sınırsız uçabilmeyi isteyen bir hayalperest birey.. 2012.

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler