Total Pageviews

Tuesday 13 February 2018

Dr. MAZHAR OSMAN BEY VE ESİRLER

O Kadar Gerçeksiniz ki Düşünceleriniz
Hayalleri Gerçeğe, Yalanları Tarihe Dönüştürmeye Yetiyor...

~John Donne (1572 –1631)

Ey, En-dor’ a giden yol en eski yoldur
ve en çılgın olanıdır yolların!
Doğrudan büyücünün evine varır,
aynen Saul’un saltanatında olduğu gibi.
ve hafızalardaki ızdırap hiç değişmedi
Aynen En-dor’a giden yolu aramak gibi!
(1919) End-or adlı şiir
Rudyard Kipling
(tercüme doğan şahin- Şiir)

Dünya savaşının bilinen yüzünün dışında, bir de cephe gerisinde yaşananlar vardır ki her birisi ayrı bir öykü olacak hadiseler görmek mümkün. Bu yaşantılara bir örnek ise Osmanlının eline esir düşen Müttefik askerlerinin hemen hiç bilinmeyen esaret günleridir. Savaş dönemi tıp dünyası ve hastanelerimizin çalışma düzenleri hakkında az da olsa bir bilgi kırıntısı veren “ The Road to En-dor” adlı kitap her iki anlamda da epey detaylı yazılmış bir kitap. Kitabın yazarı Elias Henry Jones adlı Hint Ordusunda görevli bir Teğmen. Welsh kökenli bu İngiliz subayı esir alındıktan sonra Yozgat “üsera garnizonuna “ getirilir. İngiliz “Kurnazlığı ve ırksal üstünlüğü” tavrının en bariz örneklerinden birisi olan, “ Oryantalist” okuyucuyu etkilemek üzere yazılmış olan kitap 1919 yılında yayınlanmış olup savaş edebiyatı içerisinde en çok okunanlardan birisidir ve yazarı esir olduğu Türkleri “ aptal, cahil” olarak göstermek için büyük çaba sarf eder. Bu subay 1917 yılı ile Ekim 1918 arasında diğerleriyle beraber Yozgat esir garnizonunda misafir edilmiş olup, “Ruhlarla” konuştuklarına hem kamptaki arkadaşlarını hem de Türk muhafızları ve bir Ermeni hazinesini arama sevdasına kapılmış olan kamp komutanı Binbaşı Kazım beyi inandırmış ve onları ”kandırıp” önce İstanbul’a Haydarpaşa hastanesine sevk edilmeyi ve sonra da buradan esir değişimiyle memleketlerine gönderilmeyi “başarmışlar”. Onlardan hemen birkaç ay sonra Yozgat’taki esirler de salıverilmiştir. Yazılanlar sanki “bir film senaryosu” gibi ve esirlerin ne gibi faaliyetlerle uğraştıklarını anlatması açısından dikkate değer. Örneğin, Yozgat kampında Kayak Kulübü, Avcılık Kulübü, Hokey Kulübü, Tiyatro Kulübü, Dil öğrenimi, Resim Kulübü kurulmuş, dağ yürüyüşleri, piknikler, karda kayma seansları, karla kaplı tepelerde kayak yarışmaları, bahisler, satışlar ve hepsinin üzerine de yarışma sonrası harika eğlenceler organize edilmiş, Kapalı alanlar eğlencesi adına da tiyatro oyunları yazılıp, neşeli ve ciddi melodramlar, komediler ve pantomimler oynanmış. Esirleri sanki “İngiltere’deymiş gibi hissettiren “Köy ortamı” resimleri yapan ressamlar, esarette yapılan müzik aletlerini kullanan orkestra, koro ve onlara müzik yapan besteciler “ varmış. “Sanatçılar, müzisyenler, şairler, tarihçiler, romancılar, aktörler, drama oyuncuları ve özellikle de eleştirmenler beynimizin paslanmaya karşı sağlıklı tutulmasına katkısı olanlardı. Kesinlikle okul yaşamına geri dönmüştük! İngiltere’den kitaplar gelmeye başlayınca da bir kütüphane kuruldu ve matematik, Fizik, Politik ekonomi, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Hintçe, Elektrik, teknikerlik, Ziraat ve karakalem resim kursları organize ettik. Adeta küçük bir Üniversite yaratmıştık.(…) İşte böylesine farklı insanlarla hayatımızın iki yılını geçirdik Yozgat’ta” diyor Teğmen Elias kitabında. Aslen bu faaliyetler izin verildiği gerçeği esirlerin rahat bir ortamda olduğunu göstermesi açısından ilginç. Görünen o ki dedikodular, asılsız haberler ve bilgiler de bolca işgal etmiş esirlikteki hayatlarını. Bittabi bu kitap bir roman tadında yazılmış. Kitabın bir diğer özelliği ise isminde gizli “The Road to En-dor” cümlesi. “Endor’ a Giden Yol” olarak çevrilebiliyor. Yazarın Yozgat’ta kaldığı düşünülünce Endor'dan kasıt Yozgat’tır denilebilir. “Endor” Yahudi Kutsal Kitabında adı geçen bir Filistin ( Kenan) köyü. Bu köyde yaşayan bir cadı var ve “Endor Cadısı” olarak bilinen bu efsanevi kişi Samuel ( İsmail a.s) Peygamber’in ölümünden ve Ramah kentinde gömülmesinden hemen sonra, İsrail Krallığına karşı birleşmiş olan Filistin halkına karşı neler yapacağına dair ne Tanrıdan ne de Urim ve Thummim’den beklediği cevabı alamayınca, peygamberin Ruh’unu çağırmak üzere İsrail Kralı Saul tarafından görevlendirilir ( Samuel İlk Kitap, 28:3-25) . Kralın emri üzerine Endor cadısı ölüler ülkesi Sheol’dan Samuel'in ruhunu çağırır. Ancak beklenen yardım buradan da gelmez. Uykusundan uyandırıldığına kızan “Ruh” tanrının emirlerine karşı gelen Saul’u azarlar ve Saul'un tahttan ineceğini, ordusunun dağılacağını ve Saul’un ve oğullarının da ölüler ülkesine gideceğini tahmin eder. Kral Saul şok olmuş ve korkmuştur. Ertesi gün İsrail ordusu savaşı kaybeder ve Kral Saul yaralandıktan sonra intihar eder. Yani Kılıcıyla tanrıya hizmet eden Saul tanrıya karşı çıktığı anda, aslen yasak olan bir takım büyülerden medet ummuştur. Samuel peygamber ise ona hiç bir yardımca bulunmayacak, aksine yok oluşunu işaret edecektir.

Kutsal kitaplarda adı geçen ve nerede olduğu tam bilinmeyen bu köy, büyücünün yaşadığı şehir olarak biliniyor ve işte yazar da Yozgat’ta geçirdiği günleri böyle bir büyüler şehrinde geçirmiş gibi bir mecaz ile aktarıyor. O yıllarda ise hem batıda hem de doğuda İspritizma- Ruhlarla Konuşma- Cin Çağırma olaylarına, günümüzde de olduğu üzere inananlar çok.
“Endor” kelimesine son yıllarda dünyayı kasıp kavuran “ Star Wars-Yıldız savaşları” kelimesinde de rastlanıyor. Endor uzayın sonsuz boşluğunda, üzerinde canlılar yaşayan bir gezegen olarak kurgulanmış.
Diğer taraftan kitabın farklı baskılarında ve söz konusu kelimenin çeşitli yerlerde yazılış biçimi kimi zaman “ Endor” iken, asıl nüshada bu kelime “ End-or “ şeklinde ayrılmış ki bu durumda kitabın tercümesi “ Sona giden yol ya da” şeklinde bir başka anlama bürünüyor. Yozgat sonları mı olacaktır, yoksa sihirli bir şekilde başka bir şey mi! ?
Kaynak oluşturabilecek bir kitaptan çok, okuyucuyu gıdıklamaya yönelik bir romantik çalışma yani. Görünen o ki yazar esaret yıllarından sonra yazdığı kitabı tamamlamadan evvel mazhar Osman bey’in kim olduğunu öğrenmiş ve yazdıklarını da buna uygun bir kapsama sokmuş. Nitekim birçok baskısı da yapılmış ve savaş, kaçış edebiyatı bağlamında iyi satmıştır. İngilizcesi epey ağır ve karmaşık bir dille yazılmış. Kitaptan konumuzla doğrudan ilgili olan kısımları alacağım. Kimi yerde doğrudan alıntı yaparken kimi yerde özet açıklamalarla yetineceğim.
Olaylar 1917 Şubat ayının sonlarına doğru İngiltere’den subaylardan birine yollanan kartpostalla beraber başlar. Bu subayların büyük çoğunluğu Kut El-Emare’de 11 binin üzerinde asker ve subayıyla Enver paşanın büyük amcası olup “Kut Ül Emare Kahramanı” olarak anılan Halil Kut paşaya 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olan Townsend’in esir edilen askerleridir.
Bu basit görünen kartpostal tüm kampa bir yıl sürecek bir tartışma konusu sağlayacak ve süreç içerisinde iki esirin Türkiye’den çıkmasını sağlayacak olan “açıl susam açıl” kartıdır artık. Kartpostalı yollayan kişi esirlere boş vakitlerini geçirmek üzere bir faaliyet önerisi yapmıştır , “Ruh çağırma". Kartpostaldaki öneriyi ciddiye alan bir grup subay bir “ Ruh Çağırma Grubu” kurar. Hiçbirisi bu konu hakkında bir şey bilmemektedir ama kartpostalda açık ve net bir şekilde talimatlar yazılıdır. Öncelikle bir Ouija tahtası yapılır karton parçalarından. Bir süre başarısız ruh çağırma seanslarıyla geçer. Herkes bıkmış, ilgi kaybolmaya yüz tutmuştur. Ancak, arkadaşlarına şaka yapmak isteyen Teğmen Elias (yazar) gene bir seans sırasında kartları kendisi hareket ettirir ve arkadaşlarını gerçekten ruh geldiğine inandırır. Önceleri arkadaşlarını kandırdığı için kendine kızsa da, sonradan aslında kampın Türk idareci ve çalışanlarını da kandırabileceğini düşünüp oyununu oynamaya devam eder. Önce kampta görev yapan Yahudi asıllı Moiz adlı tercümana inandırır ruhlarla konuşabildiğini. Kendisi bir yerlere paslı bir tabanca gömüp, bunun “ruh aracılığıyla” Moiz tarafından bulunmasını sağlar. Tercüman oltaya takılmıştır.
“ Ama içimdeki şeytan beni dürttü " Yapma, hiçbir şey söyleme, bunlar sadece şakaydı. Söylemek istersen her an söyleyebilirsin ama bu gün dışarısı çok soğuk ve başın ağrıyor. Yataktan çıkma !"
" Ama şaka değildi. Ciddi olarak deniyorduk," dedim kendi kendime " İşte bu nedenle çok acımasız bir kandırmaca bu." ve yataktan çıktım.
" Olduğun yerde kal, sana söylüyorum" dedi içimdeki şeytan " Çok güzel zaman geçirmelerini sağladın ve bu devam edebilir" . Yeniden yatağa girdim. Evet, çok güzel bir gece geçirmiştik- bunu Doktor da söyledi. Konuyu biraz daha düşünmeliyim.(…) (Tabii kitapta geçen bu konuşma ya da diğer konuşmalar konuşulanların tamı tamına aynısı değil. Böyle bir konuşmayı tıpatıp ertesi gün bile anlatmak zor, iki yıl sonra ise daha da zor. Bu konuşmalar olan bitenin benim tarafımdan “canlandırılmış” gerçek aktarımları. Kitapta olduğu söylenen her olay ise gerçekten olmuştur)”
Bu satırların yazarının “küçük bir kandırmaca” olarak başladığı şey gittikçe gelişmiş ve artık esirler arasında kendisinin gerçekten medyum olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Tabii olan bitenden kısa süre sonra esirlerden sorumlu askerlerin de haberi olmuştur. Ancak bu yalanda yalnız olmadığı için itiraf etmesi durumunda, kendisi ile işbirliği içerisinde olan diğerlerini de açıklamak zorunda kalacaktır. Zaten açıklamayı da pek istememektedir. Esirin kaçma girişimi planları ise bu olaylardan sonra iyice şekillenmeye başlayacaktır. Beklide özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum.
Seansları ise ana koridorda yapmaya başlarlar.
“Ana koridorda Worchester Yeomanry birliğinden beş subay birlikte, yan yana yatıyorlardı. Burası onların yatak odasıydı.”
Bu subayların neden sadece 5 kişi ve hep beraber, yan yana yattıkları ise incelemeye değer.
Bu durum kendilerine “Süvariler Kulübü” denilen bu şahısların başka bir yere taşınmasına kadar sürer. İki bina arasında koridor olan burası gizlilik için uygundur ve birçok faaliyet için ise en uygun yerdir de. Yine bu koridorda “The Fair Maid of Yozgat” adıyla yazılan pantomim gösterileri yapılacak ve Türklerin bu “ onurlu misafirleri” kendilerini esir edenlere olan duygularını gece yarısından sonra ifade edeceklerdir.

“ Tabii ki bunu Türk gardiyanlarının önünde yapmaya cesaret edemezdi kimse. Bu koridor esirlerin kendi yaptıkları müzik aletleriyle pratik yaptıkları, Avustralya denizaltısı AE2 komutanının " Little, Stoker & Co." şirketi adıyla içki damıtmaya çalıştıkları koridordur ve burası “Ruh” un yaşadığı yerdir. “ diyor yazar.
Belki de özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum. Ve devam ediyor yazar:
“ Olan biteni Kamp Komutanı Binbaşı Kazım Bey de duymuş olmalı ki bir gün beni yanına çağırdı.
Komutan odasına vardığımda Kazım Bey kibarca ve ciddiyetle selamımı aldı, beni selamladı. Öncelikle aramızda geçecek konuşmaların hiç kimse tarafından bilinmemesi gerektiğini ifade etmişti ki neler söyleyeceğini bildiğimi belirttim.
- O zaman söyleyeyim, ölmüş bir Yozgat Ermeni’sinin definesini bulmamı isteyeceksiniz. Bunu Ruh’ların yardımıyla yapmamı isteyeceksiniz ve bana bir ödül vermeye hazırsınız.

- Komutan şaşırmış görünerek sandalyesinde geriye yaslandı, gözlerini bana dikti.
- Doğru mu söyledim Komutan?
Kafasını eğdi ve tek kelime etmedi. O kalemiyle oynarken ve ben de ilgisiz görünmeye çalışıp ve hafiften gülümserken sessizce bir süre durduk. Bu durumda gülümsemek ne demek, yüreğim sevinçten küt küt atıyordu.

- Korkarım ki, esirlerimden birisiyle bir anlaşma yaptığım Savaş bakanlığı tarafından duyulursa benim için iyi olmaz.”

Bir bu durum çeşitli gelişmelerle devam ederken, beklenmeyen bir şey olur. Kendisinin de medyum olduğunu iddia eden ve Afyona yollanacak olan esirlerden birisi söylenenleri yalan çıkararak Kazım beyin planı uygulamaktan vaz geçmesine neden olur. Artık yapılacak tek şey gerçekten deli numarası yapmak, esir değişiminden yararlanarak esaretten kurtulmaktır. Ancak “Ruh”un yardımıyla yeniden Kazım bey’in güvenini kazanır. Ruh yapılacak her şeyi tek tek anlatır Kazım bey’e: esirlerin Doktora sevk edilmesini isteyecek ve aynen şunları söylemesi istenir:

" Esirlerden iki tanesi konusunda endişeliyim. Profesyonel düşüncelerinizi alarak ona göre hareket etmek istiyorum. Bu esirlerin akıl sağlığı olduğunu düşünüyorum. İngiliz doktor bu ikisinin hastalığını saklamak amacında. Jones ve Hill ile bazı esirler uzun süredir ruh çağırma ve telepati işleriyle uğraşıyor. Zaten bu nedenle hücre cezası aldılar ve dışarıdan esirlerle konuşmaları yasaklandı. Hücre cezası sırasında neler yaptıklarına dair tercüman Moiz ve Aşçı ile konuşmanızı salık veririm. Akıl hastalığı var ise kötü bir şeyler yapacaklarından çekindiğim için İstanbul’a yollanmalarını ve orada tedavi olmalarını ya da onlar için ne gerekliyse yapılmasını tavsiye ediyorum.
İşte Yozgat’ta görevli Doktorlar Yüzbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Beye 13 Nisan 1918 sabahı hapishanenin resmi ağızları tarafından bunlar söylenir. Fiziksel durumları da buna güzel örnektir; günlerdir yıkanmamış tıraş olmamış ve sadece kuru ekmek yiyerek kilo vermişlerdir. Nabızlarını düşürmek içinse çok miktarda "phenacetin" ilacı almaktadırlar. Odaları ise karmakarışık, her taraf pislik içindedir. Esirleri bu ortamda ziyaret eden doktorlara esirler İngiltere’den nefret ettiklerini, İngilizlerin kendilerini öldürmek istediklerini söylerler. İngiltere’yi bölmek için bir planları vardır!
Ve her iki esirin İstanbul'da tedavi edilmelerine dair tavsiye mektubu her iki doktor tarafından imzalanır…
Komutan kazım beyin İstanbul’a yazdığı raporlara doktor raporları da eklenir ve 15 Nisanda İstanbul’a telgraf çekilir. 16 Nisanda Yozgat kamp komutanına İstanbul’dan bir telgraf gelir.

"Sayı 887. 15th Nisan. Acildir. Çok Önemli. 77 Numaralı telgrafınıza cevaptır. Teklif ettiğiniz üzere iki İngiliz subayının gözlem altında tutulmak üzere haydar paşa hastanesine gönderilmesine. Konu ile ilgili Çankırı Komutanı ile bağlantı kurunuz.-KEMAL."

Şöyle devam etmiş yazar “ 8 Mayıs sabah saat 10 sıralarında İstanbul'a giriyorduk. Dünya kaynayan bir kazan gibiydi. Rusya sonsuza kadar kırılmıştı. Türkiye'nin sonu belliydi. İngiltere, Almanya, Avusturya, Romanya, Sırbistan, İtalya, Fransa çok kan kaybetmişti ve bu aşamadan sonra evvelki güçlerine asla bir daha erişemezlerdi. Güç ve Gurur günleri geride kalmıştı.(…). Böyle şeyler daha evvelde olmuştu; Çin medeniyeti, Meksika medeniyetleri, Hint ve Asurlular, Persler, Mısır, Yunanlılar ve Romalılar da böyle çökmemiş miydi? Şimdi ise sıra Avrupa’ya gelmişti. Yerküre tarihinde bir başka gün kararmaktaydı. Ama küllerden yepyeni bir dönem doğacaktı. Medeniyetler, bilim ve bilginin ışığı küllerden canlandırılmalıydı (…) Ama bu ateşi kim canlandıracaktı?
İstasyondan bize yarım mil kadar uzakta tepedeki Haydarpaşa hastanesine yürüdük. Son on gündür düzenli olarak phenacetin ilacı alıyorduk ve yemek yemediğimizden dolayı iyice yorulmuş olan bedenlerimiz yarı yolda koyuverdi ve dinlenmek zorunda kaldık.(..) Uyandıktan sonra, gece karanlığında formaliteler halledildi.
Hastabakıcının bizi götürdüğü odada on yatak vardı. Beş bir yanda beş diğer yanda. Beni kapının yanındaki 10 numaralı yatağa yatırdılar. Yanımda 9 numaralı yatakta bir Türk subay yatmaktaydı. 8 numaralı yatağı da Hill’e verdiler. Koridor kapkaranlıktı. Sabaha kadar uyumamamız gerekiyordu çünkü Doktor O’farrel, gözlerimizde deli bakışı olması için yapılacak en iyi şey uykusuz kalmaktı. Hastaneye gelir gelmez doktorların bizi göreceğini düşünmüştük ve bu nedenle bir önceki gece de uyumamıştık. Yataklarımız rahattı (daha haşere mevsimi gelmemişti” . Sabaha kadar arada bir dalıp hemen uyanarak böylece bekledik.
Haydarpaşa’da Türk doktorların genel anlamda insancıl ve eğitimli beyler olduğunu burada belirtmeliyim. (…)Sabah olduğunda ise Hill gene elindeki incili okuyup her dinden dualar etmeye ve namaz kılmaya başladı. Uykusuzluktan ölüyorduk. Koridorun yavaş yavaş aydınlığa dönüşmesiyle birinin beni sarstığını hissettim:
Hastabakıcı " Çorba, Çorba! "diye sesleniyordu. İçinde birkaç mercimek yüzen bir çorbaydı bu.
Saat yediydi ve ben son iki saattir uykuya dalmışım. Aramızdaki subay uyuyordu. Yedi numarada a yatan yakışıklı bir genç subay büyük bir dikkatle Hill’in ne yaptığına bakıyordu. Daha sonra bu adamı daha da iyi tanıyacaktım. Bu subay bir Kürt beyinin oğlu ve yiğit bir savaşçı olan Süleyman Sırrı idi. Aklı tamamen yerindeydi ama bacaklarını onun bir sinir kliniğine yatırılmasını haklı çıkaracak bir sinir hastalığı nedeniyle kullanamıyordu ve belki de sonunda bir akıl hastanesine görülecekti. Bu subay zamanının çoğunu bizi gözleyerek geçirirdi ve diğer hastabakıcıların tamamından daha tehlikeliydi. Çünkü çok mantıklı ve keskin bir zekâsı vardı, yani her sporcu gibi o da her detayı görebiliyordu. Süleyman Sırrı her gördüğünü doktorlara anlatırdı. Bir Türk subayı olarak yaptığını görevi olduğunun farkındayız ve söylediklerinde ne bir fazla ne bir eksik vardı. Aslen bizim için hastanede yaptığı küçük iyiliklere minnettarız; örneğin diğer hastaların bizlere de kardeş subaylara davrandıkları gibi davranmaları konusunda ısrarcıydı. Süleyman Sırrı Diyarbakırlıydı. “Batı” kültürüyle hiç alış veriş yapmamıştı ama doğal olarak bir centilmendi. Kibar, cesaretli ve müthiş vatanseverdi; herhangi bir ülkenin evladı sayabileceği yapıda bir adamdı ve eğer Türkiye’de onun gibileri çoksa, bu ülkenin geleceği umut vaat ediyordu.(…).

“....Beni ilk muayene eden doktorlar üzerinde deliliğime dair umduğum etki oluşmuştu. Daha sonra tıp literatürüne mi baktıklarını yoksa ki büyük ihtimalle böyleydi, onun adını zaten biliyorlar mıydı bunu bilemem. Ama birkaç gün sonra Başhekim mazhar Osman Bey bana " Glasgow'dan Doktor M…” hakkında sorular sorup, arkadaşımı tanıdıklarını gösterdiler; bu durumda olabildiğince kurnaz bir tavır takınarak bu ismi daha evvel duymadığımı söyledim. Başhekim kendi kendine gülümsedi ve gitti. )

Tıp Heyetini Kandırmak
Daha sonra doktorlar revirden çıktılar.
Bir saat kadar sonra bir hastabakıcının anonsu duyuldu “ Doktor Bey geldi”. Hill dışında revirdeki tüm hastalar saygıyla silkindiler. Mazhar Osman Bey olmak üzere bir grup doktor içeri girdi. Hemen arkasından İhsan ve Talha ve arkalarında öğrenciler ve hastabakıcılardan oluşan bir grup. Öğrenciler bu büyük Doktorun kullanabileceği bir takım aletleri tepsilerle taşıyorlardı.
Mazhar Osman tıknaz, iyi giyimli, sağlam ve 40 yaşlarında bir adamdı. Yüzü neşeli ve en önemlisi zekâ fışkırıyordu. Almanca ve Fransızcayı Türkçeyi konuştuğu kadar rahat konuşuyordu ve her yönüyle çok iyi eğitimli ve başarılı bir insandı. Kendi alanında, Doğu Avrupa’daki en iyi akıl hastalıkları uzmanı olarak biliniyordu. Daha sonra da keşfettiğimiz gibi, Berlin’de, Paris’te ve Viyana’da eğitim görmüş ve bu konuda birkaç kitap yazmıştı. Bu kitapların bir kısmı Almancaya tercüme edilmişti ve temel kitap olarak kabul ediliyordu. [Daha sonra onun favori hastası olduğumda kendi yazdığı “İspritizma Aleyhinde” adlı bir kitabını imzalamış ve hediye etmişti. Anlayabildiğim kadarıyla (çok teknik dilde yazılmıştı), ruh çağıranların olması gereken yerin özel akıl hastaneleri olduğunu ve otomatik yazma, masaya parmaklarıyla vurma, gibi fenomenlere vs. gibi “bilinçsizce” olduğu söylenen reaksiyonların ruhlarla konuşma yaptığını söyleyenler yanı sıra sinir buhranı hastalarında da görülen Akıl hastalığında Genel Felç (G.P.I) olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Yazdığı kitaba karşı İspritizma bakış açısını anlatan bir kitap yazmam için meydan okudu. (umarım bu kitap o işlevi görür). Tabii sıradan bir insanın onun profesyonel becerilerini değerlendirmesi düşünülemez, ancak Hill ve ben şunu söyleyebiliriz: İstanbul’da kaldığımız süre içerisinde Türk, Alman, Avusturyalı, Hollandalı, Yunan, Ermeni ve İngiliz iki düzine kadar doktor bizi muayene etti. Akla gelebilecek fer türlü test, tuzak, sorgulamada geçirildik. Şüphesiz, onların birçoğu, “tıbbi tarihçeyi” okumadıkları için şüpheleniyorlardı ama Mazhar Osman kadar bizi yakalanma korkusuna iten ya da olup bitenin tamamını bildiğini düşündüğümüz bir başka doktorla tanışmadık.
Kontrolünü yaparken sanki Hill’e bakmadı bile.
Daha sonra öğrendiğimize göre en meşhur oyunu hastaları birkaç gün kendi başlarına bırakmakmış- ama benim yatağımın yanına geldiğinde durdu ve sessizce birkaç dakika bana baktı. Sonra elini kalbimin üzerine koydu. Kalbim normaldi.
Sıkıntılı bir sesle " Sanırım sen de kap uzmanı olmalısın."
Moiz tercüme etti ve Mazhar Osman benim uzmanlar hakkında söylediklerimi biliyor olacak ki, gülmeye başladı ve neden böyle kızgın göründüğümü sordu. İhsan beyin bana deli dediğini ve beni burada arzum dışında tuttuğunu söyleyerek şikâyet ettim.
" İhsan Bey seni anlamaz, Türkçe konuşman lazım" diye yanıtladı Doktor.
" Konuşurum, bir ayda öğrenirim" (ve öğrendim!) " Dünyadaki tüm dilleri de öğreneceğim" Mazhar Osman Bey'in Türkçe öğrenmem için verdiği tavsiye o kadar etkileyiciydi ki “Türkçe lisanını anlatan 100” kitap talep edip bana bir tane kitap gelene kadar talebimi yineledim (parasını da ben verdim tabi). Hagopian tarafından yazılmış Konuşma Dili Kitabı, harika bir kitap. Çevrede bir sürü öğretmen vardı, yani hastanedeki tüm Türkler ve en önemlisi de her sorduğumda bana ders veren Doktorlar. Türkçeyi öğrenmekteki hızım Mazhar Osman Bey’i memnun etmişti. Şunu itiraf etmeliyim ki böylesine akıllı bir meşguliyet benim için çok önemliydi ve tek pişman olduğum şey, bir deli olarak, bu çok ilginç dili düzensiz ve aklıma estiğinde çalışıyordum. Gene de “ünlü” bir hasta olabilmek için yeterince dil öğrenmiştim. Temmuz ayında bir kısım tıp görevlisiyle bizi ziyarete gelen Hollanda elçiliğinden de beklemediğim ve aslen çok hoş “beyanatı” aldım. Bu beyanat Elçilik tarafından bir “rapor” halinde gönderilmiş ve Hindistan Bürosu vasıtasıyla aileme iletilmişti. :- " Haydar Paşa Hastanesi.- Bu hastanede Topçu Birliğinden (Gönüllü) teğmen Henry Elias Jones’u ziyaret ettik.10 Mayıs 1918 tarihinde Akıl hastalığı teşhisiyle Yozgat’tan havale edilmiş. Kendisi mutlu görünüyordu ve uzunca bir süre konuştuk. Kendisi bir Türk olmak ister ve İngilizlere güvenmiyor, ailesinden ya da İngiltere’den gelen hiçbir şeye el sürmüyor. Kendisine bir Türk üniforması verilmesini ve Türkiye’de yerleşmeyi istiyor. Akıllı birisi olduğundan çok kısa bir sürede ve çok güzel bir aksanla Türkçe konuşmayı öğrendi. İlk esir değişiminde büyük ihtimalle memleketine yollanacaktır"
Mazhar Osman yeniden gülümsedi ve gittikçe büyüyen öğrenci kalabalığına dönerek Türkçe bir şeyler söyledi. Sonra reflekslerimi kontrol edip, asistanlarına talimat verdi ve reviri terk etti.
Kısa süre sonra bu talimatın ne olduğunu öğrendim. İhsan ve Talha gelip kan örneği ve omurga suyu örneği alacaklarını söylediler. Bu tahlilleri yapmamalarını umuyordum çünkü frengi hastalığım olmadığını kesin olarak tespit edeceklerdi. Yalanımın ortaya çıkmasının ilk adımı olabilirdi bu.
Ama doktorlar hiçbir şeyi şansa bırakmıyorlardı. Frengi hastalığı geçirdiğimden emindiler, bunu ispat etmeleri gerekiyordu ve bunu kendileri söyledi. Eğer frengi hastalığı geçirdiğimi itiraf etmezsem, tahliller yapılmalıydı.
Böyle bir şeyi kabul etmek de çok tehlikeliydi çünkü bu kez, itirafa rağmen tahlilleri yapmak isteyebilirlerdi. Bu da benim yalancı olduğumu ispat edecekti. Benim amacım ise gerçeği öyle bir şekilde anlatmaktı ki onlar bunun bir yalan olduğunu düşünsün.
" Protesto ediyorum, ben hiç frengi geçirmedim."
" Kanın ve Omurga suyu kimin doğru olduğunu gösterecek," İhsan gülümsüyordu.
" İkisinde de bir problem yok" . Bu ana kadar doğruyu söylemiştim. Şimdi öyle bir yalan eklemeliydim ki onları şaşırtsın, kafaları karışsın " Her ikisini de İngiltere’de M…yaptı. Biliyorum. Ama çok eminsen, benimle bahse girer misin? "
" Kesinlikle" dedi Talha- herhalde biraz para kazanmak istiyordu!-" Kaç paraya bahse girelim? "
" Yüz bin pound diyelim," .
Talha rakamı yüz punda indirdi. Neşe içinde örnek alınmasına izin verdim. Onlar örnek alırken de nasıl paralarını alacağımı, M.. den de bu şekilde para kazandığımı anlatıp duruyordum.
(….)
Şüphesiz, bakteriyologun raporu her şeyin sağlıklı ve yerinde olduğunu gösterdi. Neşem yerine gelmiş gibi davranıyor, Ihsan ve Talha’yı kızdırmaya çalışıyor, her gün paramı istedim diye yaygarayı basıyor Enver paşayı görmek istediğimi söylüyordum. İhsan ve Talha ise kafa kaşıma konusunda birbirleriyle yarışmaktaydılar. İki insanı bu kadar ilgili bu kadar şaşkın olabileceğini daha evvel görmemiştim. Bu arada Hill'e dokunulmuyor, yalnız başına bırakılıyordu. Yine bu da sahtekârlığın ortaya çıkarılabilmesi için bana yapıla uygulamalara benzer bir uygulamaydı. Hill, kimsenin kendisine yanaşmamasına rağmen, 24 saat sürekli olarak gözlem altında tutulduğunu çok iyi biliyordu.
Hastaneye yatırılışımızdan beş gün sonra, 13 Mayıs tarihinde bizimle ilgili bir Kurul toplandı. Yine ilk sefere benzer şekilde beni muayene ettiler ve özellikle kendimi asma girişimi hakkında epey yoğunlaştılar. Ben de böyle bir şey olduğunu inkâr etmeye devam ettim tabii. Keza, Hill hakkında da bana sorular soruyorlardı. Çantalarımızın içinde ( onların bulması için bilerek koyduğumuz) 1 Haziran 1916 tarihli Hilal gazetesinden kestiğimiz kupürü bulmuşlardı. Gazete kupüründe şöyle diyordu:
" Un aviateur Anglais a Damas.
Le journal 'El Chark' de Damas ecrit : L'aviateur Australien Hol faisant son service dans l'armee anglais, a pris son vol de Kantara pres du Canal, et a survole le desert pour faire des reconnaissances. Une panne survenue en cours de route l'obligea a atterir.
Quelques habitants du desert ont accouru sur les lieux pour le capturer, mais il opposa une resistance acharnee qui a dure six heures. Finalement il a du se rendre. Cet aviateur a ete amene a Damas."

Mazhar Osman Beyin beni Hill'in kaçışı ile ilgili sorgulamasından, gazete kupürünü bulduklarını ve ilgilerini çektiğini anladım. Bizim istediğimizde zaten buydu. Bu konuda tek bildiğim şey ise Arapların Hill’in kafasına vurduğu ve bayıldığıydı. (Ki bu doğru değildi, çünkü Araplar Hill’e hiç zarar vermemişlerdi ama Doktor O’Farrel kafadaki bir yarığın Hill'in “ Tıbbi geçmişi” konusunda artı puan olacağını söylemişti. Hill'in kafasındaki yarığın Doktorları bir şekilde etkilediğini söylemek gerek çünkü bir süre kendi aralarında fısıldaştılar).
Daha sonra Mazhar Osman Bey Hill için ne düşündüğümü sordu- sanırım onun deli olduğunu söylememi ummuştu. Ben ise Hill'in benim mühendisim olduğunu ve benim için aynı anda 10 bin adam taşıyacak bir uçak üzerinde çalıştığını, bu uçaklardan 3000 tane yapıp 30 milyon adamla İngiltere’yi işgal edeceğimi vs. zırvalar anlattım. Lafımı kesip gitmemi söylediler ama ben Enver paşayı görmek istediğimi tekrarlayıp kan testlerinin benim akıllı olduğumu ortaya koyduğu nedeniyle ve sair nedenlerle Türk subayı yapılmam gerektiğini söylemeden gitmedim.
Daha sonra Hill çağrıldı ve muayenenin şu şekilde devam ettiğini anlatır:
" Jones odadan çıktıktan sonra beni içeri aldılar. Oda küçüktü ve içerisi doktordan geçilmiyordu. Başhekim Mazhar beyin önünde bir tabureye oturmam istendi. Mazhar bey benimle yanımda oturan tercüman aracılığıyla konuşuyordu.
Çok gergindim çünkü ilk beş günde sinirlerim yıpranmıştı, ama bu kadar yabancı arasında korkmuş biri gibi davrandım. Durmadan incili karıştırıyor, bakıp kapatıyordum. Sonra aşağıda anlattıklarıma benzer bir konuşma başladı:

DOKTOR. " Durmadan okuduğun o kitap ne? "
HILL. " İncil."
DOKTOR. " Niye bu kadar çok okuyorsun? "
HILL. " Bu günahkâr dünyada tek umut o. Sen okumaz mısın İncili? "
DOKTOR. " Bu dünyaya nasıl günahkâr dersin, sen bir papaz mısın? "
HILL. " Hayır."
DOKTOR. " Dini inancın ne?"
HILL. " Tüm dinlere inanırım. Allah birdir."
DOKTOR." Akrabalarının arasında akıl sağlığı sorunu olanlar var mıydı? "
HILL. " Hayır." (Moiz’e dönerek) " Niye bana bunu soruyor? "
MOIZ. " Senin iyiliğin için."
DOKTOR. " Ne gibi hastalıklar geçirdin? "
HILL. " Tifo geçirdim."
DOKTOR. " Başka bir şey? "
HILL. " Gençken havale nöbetleri geçirirmişim. Ailem öyle söylerdi ama bence havale değildi. " (Tabii ki bu da O’Farrel’in öğrettiği yalanlardan birisiydi.)
DOKTOR. " Nasıl bir şeymiş bu? "
HILL. " Aniden yere düşerdim. Gerisini de hatırlamıyorum."
DOKTOR. " Niye kendini asmak istedin? "
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz görmüş seni!"
HILL. " Hayır, yapmadım! "
DOKTOR. " Bu makine çizimini Jones için yapmışsın? "
[devasa bir makineyi betimleyen bu çizimi Doktorların bulması için çantama kendim koymuştum. Makinenin işlevi tepeleri düzleştirmek, körfezleri doldurmak ve tüm adaları kökünden sökerek denizi seyahat için dümdüz hale getirmekte kullanılacaktı! Makine için enerji ihtiyacını ise Mısırdan sökülen Büyük Piramitten alacaktı. Piramit 500 ayak uzunluğunda bir platforma oturtulacak, platform dalgaların hareketiyle oynayınca enerji sağlanıp dev gibi bir bıçakla adaları, burunları vs. kesecekti. Makinenin bir diğer görevi ise Britanya adalarını doğramaktı. Daha sonra adaları ters yüz edip yeni Britanya’da güzel bir hayat kuracaktık.]
HILL. " Evet, ama çok anlamsız bir çizim o, garip bir şey"
DOKTOR. " Peki, neden çizdin? "
HILL. " Çünkü Jones çizmemi istedi."
DOKTOR. " Jones’un dediklerini niye yapıyorsun ki? "
HILL. " Ahlaksız adamın biridir ve ben onu imana çağırıyorum. İstediklerini yaparsam imana geleceğine söz verdi"
(…)
DOKTOR. " Jones’u savaş öncesi tanır mıydın, ne iş yapardı? "
HILL. " Tanımazdım. Sanırım Burmada Hakim’di"
DOKTOR. " Buranın neresi olduğunu biliyor musun? "
HILL. " Sanırım burası bir hastane."
DOKTOR. " Pek bu insanlar kimler biliyor musun? "
HILL. " Sanırım hepsi doktor."
DOKTOR. " Hastalığının ne olduğunu biliyor musun? "
HILL. "Hastalığım yok benim. Bir problemim yok." (Doktorlar kendi aralarında bir şeyler mırıldandılar.)
DOKTOR. " Neden intihar etmek istedin ?"
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz seni görmüş."
HILL. " Yapmadım. Ahlaksızlık bu."
DOKTOR. " Yalan söylemek de ahlaksızlıktır."
HILL (utanmış görünerek). " Evet."
DOKTOR. " İntihar etmeye çalışmak aptallıktır ama bazen insanlar artık daha fazla yaşamak istemediklerini düşünebiliyorlar. "
(Hill, sinirli bir şekilde kıpırdanıyor ve çok utanmış görünüyordu, başını salladı) " kendini asmaya çalıştın, öyle değil mi? Dindar bir insan olduğunu biliyorum ve bana doğruyu söyleyeceğinden eminim. "
HILL " Evet."
DOKTOR. " Neden? "
HILL (ağlıyordu). " Jones kendini öldürecekti, ben de Jones’tan ayrılmak istemedim. "
MOIZ. " Doktor sana teşekkür ediyor. Hepsi bu. "
............................
Temmuz ayına kadar altı hafta boyunca kendimizi oyunumuza verdik. Bu aşamada başarımızın nedenleri konusunda kuruntulu değildik. Kuşkusuz, iyi rol oynamıştık ama tek başına bunun da yeterli olmadığının farkındaydık. Doktorların verdikleri karar ellerinde bulunan “ Tıbbi geçmiş” dosyalarımıza dayanarak verilmişti. (…) Bu öykümüzle Mazhar Osman beyin gerçekten hak ettiği şanına leke sürmek amacında değiliz. Böyle bir şey algılanması bizleri gerçekten üzerdi ve kesinlikle bizlere onun ve Haydarpaşa Hastanesinin diğer personelinin gösterdiği centilmence ilgi ve şefkate verilecek bir karşılık değildir. Bizler onlar için düşman değildik ve Türk Subaylarına nasıl davrandılarsa bizlere de öyle davrandılar.

Başarımızı Doktor O’farrelin öğrettiklerini, Ruh aracılığıyla oynama yeteneğimize bağlı olduğunu ifade etmeliyim.
Osman beyin elindeki dosyada şunlar vardı:
1.-Yozgat kampından Binbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Fahri raporu.
2.- Yozgat kamp komutanı Kazım Bey tarafından yollanmış (Ruh tarafından dikte edilmiş) telgraflar ve raporlar. Bu raporda son iki yıldır davranışlarımızın diğer esirler tarafından “eksantrik” olarak görüldüğü ve hastalığımızın esaret süresince gittikçe kötüleştiği.
3.-Ruh çağırma ve telepati çalışmalarımıza dair raporlar
4.-Mardin de kendimizi asma girişimimiz. Ki bu gerçek kasaba hâkimi, muhafızlar ve Moiz tarafından da teyit edilmiş ancak tarafımdan ret edilmiş, Hill ise kısmen kabul etmişti.
5.- Sivilce Moiz’in hakkımızda tuttuğu günlük. Doktorlara sunulmak üzere Kazım bey tarafından emredilmişti ama aslında Ruh tarafından yönlendirilen rollerimizin kaydıydı.
6.-Sivilceye sorulan sorulara verdiği cevaplar. Doktor O’farrelin yönlendirmesiyle, ne gibi sorular sorulabileceği ve cevapları daha evvel Sivilceye iyice ezberletilmişti.
7.-Osmanlı Sultanına, Enver paşaya yazdığımız zırva mektuplar, Ada sökücü makine ve dev uçak projeleri çizimleri ve bizlerin deli olduğunu işarete eden sair belgeler çantalarımızda (saklanmış) bulunmuştu.

Tüm bu kanıtlar aslında bizlerin deli olduğunu ispat etme gibi bir derdi olmayan Türk yetkilileri tarafından oluşturulmuştu. Mazhar Osman Bey’e Yozgat’taki İngiliz Doktor O’farrel’in bizim İstanbula getirilmemize karşı çıktığı ve aslında hafif nevrasteni dışında bir rahatsızlığımız olmadığını düşündüğü söylenmişti. Bu durum tabii bizler ve kendi memleketimizden bir doktor ile aramızda herhangi bir dayanışma olmadığının kanıtıydı. Kendimizi asma girişimlerini ret etmemiz doktorları kesinlikle etkilemişti. Benim, daha evvel M.. tarafından akıl hastanesinde bir süre tutulduğumu istemeden itiraf etmem ve ama sonra da bunu inkâr etmem de etkili olmuştu.
Mazhar Osman Bey’in gördüğü kadarıyla ve dosyalardan anlaşıldığı üzere Türk yetkililer bizlerin deli olduğunu ispat etmeye çalışırken bizler de deli olmadığımızı ispat etmeye çabalıyorduk. Doktor Mazhar Osman bey’in Sivilce ve Yozgat Türk yetkililerinin verdiği beyanatların doğru olmadığını düşünmesi için herhangi bir geçerli neden yoktu.(…)
Türklerin sunduğu kanıtlar ve ilk muayenede aldığı cevapların Mazhar Osman beyin bizim hakkımızda deli olduğumuza dair öngörüsünün haklı nedenleri olup olamayacağına sadece bir tıp adamı karar verebilir. O zaman ve şimdi de inancımıza göre, Doktor OFarrelin bize öğrettiklerini yaparsak, bize kurulan tuzaklara düşmezsek, bizlerin sahtekâr olduğunu dünyada hiçbir doktor tespit edemezdi. Diğer taraftan şanslıydık, çünkü Mazhar Osman o kadar meşgul bir insandı ki bizi gözleyecek hiç mi hiç vakti yoktu. (…) sabah seanslarında kısa bir süre dışında bizi göremezdi. Tüm diğer işlemler kıdemsiz doktorlar tarafından yürütülüyordu. Aksi olsaydı, sanırım kesinlikle “yakalanırdık” ve Mazhar Osman bize deli dediyse, kıdemsiz doktorlar bu yargının üzerinden hareket ediyorlardı. Sanırım bu inanış onların hüküm verme ve gözlem güçlerini etkilemişti. Görevimiz değişimle bizi götürecek olan gemi gelene kadar ”role devam” etmekti. Gece gündüz gözlem altındaydık. Her ikimiz için de zor zamanlardı bunlar. Tek bir hata yalanımızı ortaya çıkarabilirdi. Kıdemsiz doktorlar bizlere (şüphesiz Mazhar Osman Bey’in talimatıyla) çeşitli tuzaklar kuruyor, çeşitli şekillerde bizi deniyorlar ve sonuçları da rapor ediyorlardı. (….)
Ama biz deli ve maceracılar, delilik maskesi altında vakarlı ve neşeli vakit geçiren insanlar savaş bitmeden bir gün İngiltere’ye döneceğimizi ve kullanabileceğimizi düşünerek politik ve askeri bilgiler toplamaya devam ediyorduk. Bu ve Türk karakteri hakkında tespitlerimiz ise başlı başına ayrı bir öykü.

(…) Salıverildikten sonra öğrendik ki Yozgat kampından “Büyük Firar” 7 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşmiş. (Cochrane, Sweet (öldü), Stoker, Matthews, vs). Bazıları sonradan yakalandı. Ayrıca, bizim ayrıldığımız Nisan ayından beri Yozgat kampında 12 esir ölmüş. Bunlarsın arasında ise sonsuza kadar unutmayacağımız ve bize çok yardımcı olan Britanya Deniz Kuvvetlerinden Teğmen E. J. Price da vardı; o sonsuzluk problemini çözmüştü artık.
Kazım bey firar sonrası tüm ayrıcalıkları hemen kaldırmış ve sıkıyönetime gitmiş. Ankara’dan bir inceleme heyeti firar nedeniyle kampa gelmiş. İnceleme heyeti ile kamp sakinleri arsında iletişimi ise tercüman görevini üstlenen Fransız Yüzbaşı Shakeshaft gerçekleştirmiş. Kamp sakinleri Kazım beyi suçlamak için ellerinden geleni yapmışlar; sahtekârlık, para ve paketlerin çalınması, kötü davranış gibi şikâyetler iletmişler. Bu suçlamalar ciddi suçlamalar ancak kazım bey de şark kurnazı bir inandı ve olayları örtbas etmeyi çok iyi biliyordu. Daha sonra Kazımın ben ve Hill ile yaptığı anlaşma ortaya çıkmış; define avında çekilen fotoğrafın negatifi bunu ispat etmeye yetmiş. Bu durumda, ruh çağırma seansları yetkililere anlatılmış ve Kazım bey divanı harbe verilip tutuklanmış Böylece de kamp sakinleri ayrıcalıklarını ellerinden alan kazım beyden öç almış oluyorlardı. Tabi bunun üzerine yetkililer Haydarpaşa hastanesine yazı yazıp durumumuz hakkında bilgi istemişler. Hala yetkilileri durumumuza inandırıyor olmamızı ise o aşamada doktorların bizlere kesinlikle deli gözüyle baktıklarına yoruyorum. Birçok ünlü doktordan oluşturulmuş tıp heyeti hakkımızda kararını vermiş durumdaydı ve bunu değiştirmeye niyetleri yoktu.(…)
Hill 10 Ekim tarihinde İzmir’de bekleyen hastane gemisine binmek üzere yola çıktı. Ben ise- İngilizlerin olduğu gemiye binmem – diyerek ilk gemiyi kaçırdım ama birkaç gün sonra ikinci gemiyi yakaladım. Daha sonra onunla Şam’da otelde buluştuk. Bu arada da Mütareke imzalandı. “Sağlıklı” esirlerden belki de sadece on beş gün önce Britanya topraklarına vardık. ".
Savaş sonrası İngiliz hükümeti birçok kamp komutanını mahkemeye verecektir ama aralarında Kazım Bey yoktur. Konuyla ilgili birçok esirin yazıları gazetelerde yayınlandı. Bunların arasında Yüzbaşı Forbes’un Glasgow Sunday Post gazetesinde çıkan yazıda Kazım beye yardım eden Ruh’un Fatih Sultan Mehmet’in ruhu, bizim asıl Ruh’un ise Napolyon’un ruhu olduğu yazıyor. Ve hayal gücü çok genişmiş!”


Dogan Sahin 2009

Tuesday 23 December 2014

ABOUT / HAKKIMDA

DOĞAN ŞAHİN
GSM: 0538 463 2648
Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Yeminli Tercüman

Sertifikalar/Kurslar:

World War 1: A History in 100 Stories-University of  Monash AUSTRALIA- Future Learn 2015

World War 1: Empire -University of Exeter  UK- Future Learn 2015

World War 1: Aviation Comes of Age - Birmingham University UK - Future Learn 2015

World War 1: Changing Faces of Heroism -University of Leeds UK- Future Learn 2014

World War 1 : Trauma and Memory -Open University UK Future Learn  2014

NAATI Profesyonel Mütercim/Tercüman /Avustralya 1986

Göç ve Vatandaşlık Hukuku 2002 Sydney

Medya İlişkileri ve Lobicilik 2000 Sydney

Usul Hukuku 1989 Sydney

Güvenlik 1990 Sydney

Hukuk Konularında Dilbilim 2004 Sydney

Mütercimlikte İş Ahlakı Sorunları 2004 Sydney

Çocuk Nörolojisi Otizm Bozuklukları Cerrahpaşa Tıp  Fakultesi


Çeviri/ Makale / Kısa Film / Kitap/ Etkinlik


Türklere Esir Olmak -Kitap, Ozan Yayıncılık, Istanbul  2015

Eceabat Anadolunun Kilidi- Kitap-Eceabat Kaymakamlığı ( İngilizcesi Eser Sahibi) 2012

Babamın Bilmediği Her şey-Roman-Elya Yay.İst. 1999

Harem(N.M Penzer)Çeviri Kitap Say Yay.İst. 2000

Kübadan Gece Notları(Ali Aktaş)Kısmi Çeviri-Syd.1998

Otizm Bozuklukları 7 Kitap-Çeviri Cerrahpaşa Tıp1995

Cultural Connections Festival -Organizasyon/ Fethiye Kayaköy 2013

http://www.youtube.com/watch?v=X5SkKyQqJ4g

Alaturka Journal - Çeviri-Makaleler 2011/2012

Kocatepe Gazetesi Afyon Dizi Yazı WW1 Savaş Esirleri 2008

Assostan Öte paşaköy Kısa Belgesel- Yapımcı 2009 ( 2 Bolum)

http://www.izlesene.com/video/assostan-ote-pasakoy/1481075

www.metacafe.com/watch/.../assostan_te_pa_ak_y_ii/ 

The Black Fortress of Opium Kısa Film Afyonkarahisar/James Bayliss Smith -Prodüksiyon 2009

http://vimeo.com/6417972

Çanakkale 1915 Dergi Çeviri/Makaleler 2008-2010

http://www.gallipoli-1915.org/

B-Magazine-Makaleler-Çeviri 2005-2008

İskele Meydanı-Makaleler-Çeviri 2005-2007

Emlak Dergisi-Çeviri 2006-2007

İzmir Gözlem Gazetesi-Çeviri 2007

Deliler Teknesi- Çeviri 2007

Aykırı Sanat- Çeviri 2005-2007

Turkish News Weekly Makale ve Çeviriler Sydney

Yeni Vatan Makale ve Çeviriler Sydney

Dünya Gazetesi Makale ve Çeviriler Sydney

VANGUARD- Queensland Üni.Çeviriler Avustralya

Antoloji.Com Şiirler Türkiye

Real Estate TV Röportaj 2006-İngiltere

Kent TV Röportaj 2006-Turkiye

Bodrum Belgeseli-Oyuncu 2004-Bodrum

Profesyonel Kurum Üyelikleri/Geçmiş AUSIT (Avustralya Mütercim Tercümanlar Enstitüsü ITIA (İrlanda Mütercim Tercümanlar Derneği) ATGC (Avustralya Türk Gazeteciler Cemiyeti) IoL (İngiliz Dilbilimciler Enstitüsü)

İş Geçmişi

Fethiye -Mugla Adalet Komisyonu Kayıtlı Tercuman
Çanakkale - Mutercim Tercuman
Afyonkarahisar Mütercim Tercuman
JT International Tütün Ürünleri Tercuman
TR Emlak Kanalı Tercuman
BMagazine Tercuman
Bodrum Emlak Guide Tercüman
İskele Meydani Magazin Yazar
Avustralya Federal Polisi Mütercim
İş Bulma Kurumu Avustralya
Royal Melbourne Hastanesi Mütercim Melbourne
Türk Konsolosluğu Tercüman Melbourne
VITS (Viktorya Tercüme) Melbourne
Konferans Tercümanları Melbourne
Ankara Üniversitesi TÖMER Öğretmen
Eğitim Bakanlığı Y.Öğretmen Avustralya

Kariyer Basamakları

Kraliyet Melbourne Araştırma Hastanesi Mütercim Melbourne
Habitat Konferansı Norveç Başbakan/Dış İşleri Bakanı Mütercimi-IST
İzmir Uluslararası Ticaret Fuarı Romanya Bakanlar Komisyonu Mütercimi
OECD Çevre Konferansı Mersin Simültane Mütercim Mersin

Friday 7 February 2014

Nereye Kadar Çağdaşım?


Nereye Kadar Çağdaşım? Çağdaşlaşma adına girişilen hareketlerin kökenleri 16. yy sonlarına kadar dayanır. Özü itibarıyla bu hareketler Osmanlı’da ortaya çıkan ve sosyalizmden liberalizme kadar denenen modernleşme çabalarıyla yakinen bağlantılıdır ve 17. yy Avrupa Rönesans/aydınlanma ve dönem itibarıyla adeta moda haline gelen uluslaşma hareketleri ve felsefi akımlarından etkilenmiştir. Şu anda içinde bulunduğumuz sıkıntılar büyük ölçüde 300 yıl kadar önce başlayan bu çabaların doğal ürünüdür. Sıkıntılarımızı aşmak ise ancak bu tarih sürecini bilmekle, değişimi özümseyip ve aşmakla mümkündür. Ancak, ne yazık ki günümüzde de süregelen ve kendisi gibi düşünmeyeni dışlama, aşağılama ve baskı altına almak ve bunu yaparken de devlet (Militarist) otoritesini kullanmak “Çağdaş” hedeflere ulaşmayı hep engellemiş, engellemeye devam etmektedir. Yani bir tür “Modern” yobazlık. Açıktır ki, ısrarla halklara dayatılmak istenen bu çağdaşlaşma ”ideolojisi” dünyanın devinimine ayak uydurmamıza yetmemektedir. Buna örnek olarak da yıllardır aralarına katılmak istenen ve benzemeye çalıştığımız AB nin ülkemize takındığı tavır verilebilir. Yani Türkiye’ye biçilen “çağdaşlık” kaftanının ilham kaynağı ile sürekli bir çatışma halindeyiz ve ülkemizin somut (öznel) durumunu irdeleyip gidişata uyarlamaktansa aşağılık duygusu içerisinde onları taklit etmeye devam etmekteyiz. Kesin olan şudur ki “çağdaş” yanlısı “aydınlarımız” sürekli olarak aşağılanmalarına rağmen Batının kuyruğundan ayrılmamaktadır. Osmanlı klasik döneminin sonları olarak kabul edilen 17. Yüzyıldan itibaren (624 sene; 1300’lerden 1900’lere kadar devam eden bir devlet) karşı karşıya olduğumuz temel problemler günümüzdeki sorunların da kaynağıdır ve artarak, Batının gelişimini durmaksızın devam ettirdiği her dönemde katlanmıştır. Siyasi açıklamalar bir yana, aslen sorunumuzun kaynağı sosyo-ekonomik olup Batı toplumlarında tarım toplumundan teknolojik ilerlemeye geçişin bizde yaşanmamış olmasıdır. Açıktır ki, Cumhuriyet döneminin bütün yenilikçi hareketlerine rağmen Osmanlı döneminden beridir süregelen ve tarım toplumuna dayanan ekonomik yapımız endüstriyel yapıya dönüşmemiş, toplumsal işbölümü ve şehirleşme, kaynakların dağılımı, otoritenin şekli, dayanışma ve kültür gibi olgularda dişe dokunur başarı elde edilememiştir. Çağdaşlaşma deyince anlaşılan şey toprak reformu, sanayi toplumunun yaratılması, vergilendirmede ve hukukta adalet anlaşılmaktayken, yaklaşık yüz yıldır belirli bir model içinde ülkeyi yönlendiren fikir sahipleri bir çıkmaza girmişlerdir. Öncelikle, Emperyalizmin kıskacından çıkmak için yapılan Kurtuluş savaşımız ve takiben de Cumhuriyet ilanıyla beraber tek bir kalıba sokulmak istenen Osmanlı dönemi çok sesli idari yapılanmasını incelemek gerekir. Osmanlılar 14. Yüzyıldan itibaren (İstanbul’un fethinden bile önce Balkanlar ve Rumeli’nin kontrol altına alınmış ve tabanın çoğunluğunun Hıristiyan olması gerçeği) ırk, dil ve renk esasına dayanmayan çok pratik bir idare sistemi kurmuşlar. Yani her şey vergiye bağlı; insanlar hiçbir farklılık gözetilmeden mekanizmanın bir parçası olmuşlar. Buna Osmanlı sisteminin halklara hoşgörü ve tahammülü diyebiliriz, ki bu toplumsal açıdan en mühim olan şeydir ve sistemi korur. Bu şekilde sistem korunurken, sistemi koruyan güçlü askeri yapı yine bu kaynaktan beslenir ve hukuk sistemi dönem itibarıyla çağdaşlarından daha ileridedir, daha adaletlidir. Başka medeniyetlerin sistemlerine baktığınızda olarak Roma İmparatorluğu’nun başlangıç dönemi benzerdir ki bu da çok doğaldır; her iki medeniyet de hemen aynı diyebileceğimiz coğrafyada aynı problemlerle karşı karşıya kalmışlar, farklı dinlerden ve kültürel geçmişten halkları bir sistem içerisine dâhil edebilmişlerdir. Bir tür pota. Günümüzde bu sistemi taklit edenler arasında Amerika, İsrail ve Avustralya (Multiculturlism) sayılabilir. İlk örneği Osmanlı vermiş. Açıktır ki, başarıya ulaşmış bir endüstri toplumunda başarı küresel oluşumla paralel ve idareye demokratik katılım sağlayan halk eliyle gelir. Bunun aksine, tarım toplumlarında sosyo-ekonomik kültür, halkın dışlanarak bir zümrenin oluşturmaya çalıştığı değerlere dayanır. Yani, mekanizmaları elde tutan zümre toplumdan ayrı ve uzak bir düşünce modeli oluşturur ve bunun üzerinden değerleri kendisinden farklı olan toplum yönlendirilir. Kaynakları kontrol eden bu zümre siyasi otoriteyi sürekli kılarak (statüko) belirli bir takım amaçlara yönlendirilince, toplum tarım toplumu özelliğini değiştirememiş demektir. Tarım toplumlarında endüstri toplumlarında görülen rekabet hukuku, piyasa konjonktürü ve eşitlik olguları yoktur. Cumhuriyet elitlerinin en baştan beri yaptığının da bu olduğu ve iktisadi hayatı ve kaynakları ve dolayısıyla siyasi sistemi tamamen elde tutmak isteyen, bu yolla da toplumu dönüştürmek isteyen bir zümrenin olduğu söylenemez mi? Gelmiş geçmiş siyasal iktidarların ülke gelirlerinin paylaşımını piyasa kurallarına göre değil de, otorite gölgesinin altında icra etmesinin temel nedeni ise devrimlerle elde edildiğine inanılan kazanımlara karşıt ortaya çıkması muhtemel bir güç korkusudur (karşı devrim). Öyle ki, süreç içerisinde biriken sermayenin yarattığı zenginleri devletin bizzat saf dışı etmekte beis görmediği bilinen bir gerçektir. Bilindiği gibi endüstri toplumlarının en önemli özelliği bireysel beceri ve çalışmayı temel alarak ilerlemek iken ülkemiz yapısında ahbap çavuş, akraba ilişkileri, tepeden inme atamalar ve siyasi yandaşlık, belirli bir zümrenin otoritesine dayalı paylaşım ve idare mekanizması daha önde olagelmiş ve birçok aydın tarafından eleştirilmiştir. Piyasa koşullarının (kısmen özelleştirmeler yoluyla) gelişeceği ve ekonomik (sosyolojik-siyasal) yapının değişeceğinden korkan belirli bir zümre piyasa mekanizması içinde palazlanan orta ölçekli ve büyük işletmelerin kurulmasını kendilerine (devrime) tehdit olarak kabul etmektedir (Anadolu kaplanları örneği). Burada dikkat edilmesi gereken nokta Türk çağdaşlaşma değerler dizisinin geldiğimiz aşamada ülkeyi tarımsal yapıdan çıkaramamış, endüstri toplumu olmasını sağlayamamış, aksine siyasal tercihler nedeniyle birçok yönden tarım toplumu “köylü” olarak kalmasını istemiş olduğudur. İşte Türkiye’de yaşanılan başarısızlık, tüketilen bu tutucu anlayışın da başarısızlığıdır. Denilebilir ki, başarılı bir sistem özgür vatandaşlara bireysel ve siyasal katılım hakları tanıyan, toplumsal refahı getirmeyi becerebilmiş sistemdir. Vatandaşlarına refah sağlama gibi birincil bir ödevi yerine getiremeyen bir mekanizmaya karşı ise güvensizlik oluşması, yozlaşma başlaması, sistemin kokuşmaya başlaması, silah ticareti, hırsızlık, çeteler, havadan para kazanma, rüşvet, uyuşturucu pazarının artması en doğal sonuçtur. Türkiye’de de olan budur ve ne yazık ki bütün bunlar halkını tatmin edemeyen sistemlerin kendi kendine ürettiği sonuçlardır. Çünkü söz konusu insani haklarını elde edemeyen halk aidiyet duygusunu zamanla yitirmiş, onlarca etnik kökenden halkın kurduğu ülkede üst kimlik inşa edilememiş, sistem kuruluş amacında belirlenen meşruiyetini yitirme durumuna sokulmuştur. Bunu da, haksız olarak, halkın anlaması beklenmiştir. Bir ulus inşa etmek demek matematik hesaplara dayanan ve halk tarafından özümsenen bir yapısal oluşturmak demektir. Cumhuriyetin kuruluşu itibarıyla ülkemizde Osmanlıdan gelen kimlik tanımı ret edilmiş, daha seküler bir formüle da-yalı milli kimlik kalıbı inşa edilmek istenmiş, kültürel bir kimlik yerine anayasal varoluş tercih edilmiştir (tabii ki burada Alman faşistlerinin Rusya’ya karşı engel olmak amacıyla ülkemiz aydınlarını örgütlemesi ve milliyetçiliği kışkırtması unutulmamalıdır). Yani topyekûn bir yenilenme söz konusudur (Oysaki insanlar kültürleriyle ve tarihleriyle yaşarlar-tıpkı Avustralya’da yapmaya çalıştığımız gibi). Cumhuriyetle beraber, insanlığın oluşumundan beridir var olagelen dinsel motifler, tabii ki iyi niyetli olduğunu düşündüğüm bir zümre eliyle önceliklerini kaybetmişler, Osmanlı düzeninden beridir elde olan toprakların korkunç bir paylaşımla kaybı ile ve en son kalan bir miktar toprak üzerinde yurt sevgisine dayalı bir yapı oluşturulmak istenmiştir. Bu şekilde, 624 yıldır süregelen üst kimliği sağlamlaştıran unsurlar yeni zümre tarafından köktenci bir anlayışla ortadan kaldırılmaya çalışılmış, bu ise kısa süre sonra (1950 lerden itibaren) toplumsal bilincin hoşnutsuzluklarının artmasına neden olmuştur. Bu hoşnutsuzlukların en önemlisi ise Kürt kimliği sorunudur ( yeni yaratılmaya çalışılan tarih bilincinin sadece Çanakkale savaşlarını öne çıkardığı gerçeğini görerek ve Filistin, Suriye ve Kanal ve sair cephelerde toplumsal aidiyet adına, İngilizler eliyle kanlarını bu topraklara veren Arap, Tatar, Yezidi, Kıpti, Türk, Çerkez vs. kanlarının yeterince dikkati değer şekilde onurlandırılmadığını düşünürken). Yukarıda özetle izah etmeye çalıştığım mekanizma sorunundan kaynaklanan ve kesinlikle İngiliz-Amerikan kışkırtmasına da maruz kalarak, ve aydın/elitlerimizin yetersizliği/öngörüsüzlüğü nedeniyle ortaya çıktığına inandığım kanlı ayrılıkçı faaliyetlere de bakıldığında ekonomik ve siyasal sonuçların ne denli vahim olduğu ortadadır. Ortada bir Kürt sorunu olmadığı, sorunun bir terör sorunu olduğu, hoşnutsuzluğun dışavurum yöntemleri dikkate alındığında, ilk aşamada kabul edilebilir bir çıkarım olsa da sorunun bence en önemli bir nedeni de yukarıda özetlemeye çalıştığım “yeni bir ulus” inşa etme çabalarındaki yetersizlikte ve doğal başarısızlıkta yatmaktadır. Cumhuriyet sonrası elde kalan topraklardan Türkiye’nin Güney Doğu’sunun ilkele yakın durumu, işsizlik, çatışmalar, eğitim olanaklarının kısıtlı olması, yol ve elektrik sorunları, sağlık sorunları, iktisadi işletmeler ve üretim olanakları vs. dikkate alınırsa, “Yeni Sisteme” olan güvensizlik biraz daha anlaşılacaktır. Daha düne kadar katı bir şekilde uygulanılan alt kimlik politikası (ki ülkemiz alt kimliklerinden en büyük nüfusa sahip olanıdır) Kürt kültürel kimliği ile ilgili faaliyetlerin baskı altında tutulması yeni mekanizmanın karşı devrim olasılığı temelinde diğerlerine “güvensizlik” olgusunun dışavurumunun bir diğer yönüdür. Doğaldır ki yoğun nüfusa sahip Kürtlere karşı bu “şüpheci” yaklaşımların nedenleri Kürtlerin ilk fırsatta bağımsızlıklarını ilan edecekleri inancıdır (bkz.1937 tarihli Sadabad Paktı 7. maddesi). Bu maddede Türkiye ve Irak karşılıklı olarak “hükümet rejimi bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler de ya da örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmesini engelleme” sözünü vermiştir. Çünkü o dönemde ülkemizde “ tek ulus” ulus inşa etme politikası uygulanıyordu. Bu Irakta da böyleydi ve Kürtler sayısal olarak potansiyel engel durumundaydılar. Yok edilmeye çalışılan Osmanlı üst kimliğinin yerine konulmak istenen kimlik 624 yıllık ortak geleneklere sahip halkların hemen anlayabileceği bir olgu değildir. Bizler bile ancak 80 kusur yıl sonra bir takım çıkarsamaları yapabilecek bilince ulaştık ki bizler eğitimli insanlarız. Bu bağlamda benim bu yazılarım kendisini bugüne kadar Sosyalist olarak tanımlamış birinin özeleştirisel yaklaşımı olarak kabul edilmeli, öyle okunmalıdır. Adeta dayatılan yeni üst kimlik karşısında zayıf düştüğünü düşünen alt grupların kimliklerinden kaynaklanan kültürel değerleri yaşatma güdüsüyle tepki göstermeleri doğaldır, yoksa neden insanız ki? Yani, seküler yapıdaki yeni sistemde hâlihazırda halklar arasında var olan bağların ve Hilafetin reddedilmesi, yeni kimliğin kabulünü zora sokmuştur. Çünkü bu olgular farklı etnik kökenden gelen Müslümanları birleştirici özellikteydi. Devrimleri halkın yaşamına mal etme zorlu çabasından kaçınılmış (tembel davranılmış), oligarşik bir sistem memleketteki demokratik gelişmeyi bir lider (Kemalizm’in mitleştirilmesi gibi) sistemine çevirmek isteyenler tarafından bilerek istismar edilmiştir ve Anadolu tarım toplumu aşağılanmış, yepyeni bir eğitim sistemine muhtaç ve adeta hiçbir geçmişi olmayan yeni yaratıklar olarak algılanmıştır. Osmanlı döneminde farklı dinlere mensup halklarla beraber yaşama tecrübesine sahip, onlarla kız alıp vermiş! Türkler, “Yeni Cumhuriyet” ile beraber din karşıtı, Fransız usulü milliyetçiliği taklit etmek isteyince de İslamiyeti Türk/İslam öğesi haline dönüştürmüşlerdir. İşte sorunların temelinde bu Batı taklitçiliği yatmaktadır. Yani 624 yıllık gelenekler bir anda Fransızlaştırılmak istenmiş, tabii halk ta buna kaba tabirle “Fransız” kalmıştır! Bir düşünün; 624 yıldır ortak bir yurt, ortak mitler ve toplumsal bellek, ortak bir kamu kültürü, herkes için aynı oranda geçerli hak ve görevlere sahip insanlar yeni tezle beraber bu ortak yapılanmayı ret etmeye çağrılmıştır. Özellikle de ortak Tarih belleği “Türk “ olarak yeniden yazılmak istenmiştir. Bu da İslamiyet öncesi tarihe vurguyla, Güneş Dil Teorisiyle ifade bulmuştur. Ne var ki bu yöntem sonunda çatışmaya neden olmuştur. Çünkü tarih kişilerin kimliklerini sonsuzluğa kadar götüreceğine inandıkları bir değerler aracıdır. Tüm insanlığın temel yaşam dinamiklerini, “sonsuzluk” konusunda algılarını tarihin penceresinden gördükleri ve buna özel ve ilahi bir önem atfettikleri gerçektir. Bunu en güzel ifade eden tarihi şahsiyetlerden birisi de Atatürk olup bu konuda “Çocukları çok severiz. Çünkü çocuklar bizim devamımızdır. Her çocukta biz, ebediyete doğru uzanıp gitme isteğini buluruz„ demiştir. Atatürk’ün bu sosyo-psikolojik duyumsamalarını “Ey Türk Gençliği„ diye başlayan güçlü hitabetinde Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa görevini Türk gençliğine etmekle ifade ettiğini hatırlayınız. İzmir’de iktisat kongresi sırasında kendisine karşı yapılan suikast girişimi planının ardından “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ( yani “çocuğu„) ilelebet yaşamaya devam edecektir“ demesi ortak geçmiş ve gelecek oluşturma ülküsünün en bariz ifadesidir. Yukarıda anlatılan sosyolojik-iktisadi elit-aydın yetersizlikleri nedeniyle, yaratılmaya çalışılan bu yeni resmi Tarih yüzyıllardır süregelen ve toplumsal bellekte yer edinmiş, toplumun ilham kaynağı olan tarih bilincini etkisiz kılamamış ve otoritenin belirli bir zümresinin dayatmak istediği tarih anlayışı ile çatışmaya girmiştir. Otorite sahibi “çağdaşlaşmacı “ elit zümre bürokrasiden tutun eğitime kadar kamusal olan her şeyi bu yeni yaratılmak istenen kültüre monte etmiştir. Temelde Batı taklidi olan bu kültür Anadolu halklarına yabancıdır ve hatta o ana kadar “Düşman” gördüğü istilacı kültürdür. Yeni kültürün dayattığı şey Osmanlı döneminden gelen köklü geleneğin izlerinin tamamen silinmeye çalışılması, en azından büyük oranda değiştirilmesidir. Bu da pratikte bir takım sorunlar ortaya çıkarmıştır. Örneğin dinsel veya kültürel bir nedenle birçok insanın kabul ettiği giyiniş tarzı kamu alanı adına sınırlandırılmıştır. Özellikle üst düzey bürokrasinin ve halkın yaşam, giyinme, yeme-içme gibi konularda farklı kültürlere sahip olduğu açıktır. Ancak, kamu alanında gerilim ve çatışmanın sürekli ve doğal olmasına rağmen yönetici elit oligarşik hale dönüşüm eğilimi gösterir. Bu nedenle devlet ve sivil toplumun arasında tarafsız, uzlaştırıcı bir siyasal sistem ihtiyacı doğdu. Diğer yandan ülkedeki herkesin faydalanabileceği bir ekonomik Pazar ihtiyacı da vardır. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan insanlar bu ortak pazara katılımları oranında ortak değerleri somut hale getirirler. Ülke ortak pazarının bir coğrafyayı herhangi bir nedenle dışlaması durumunda bu kesimler tepkilerini hemen siyasal tercihler vasıtasıyla ortaya koyarlar. Ne yazık ki ülkemizde ortak pazar bütün olanaklarıyla ülkenin her kesimine eşit olarak yayılmamıştır. Ülkenin hangi bölgelerinde hangi devlet kurum ve imkânlarının yoğunlaştığı vatandaş için önemlidir. Bu kurumlar, iletişim araçları, sanayi yatırımları, istihdam yaratan işletmeler, bankalar, okullar, hastaneler, elektrik idareleri vs. gibi bütün etmenlerdir. Ülkemizde görüldüğü şekliyle Batı Anadolu ortak Pazar anlamında gelişmişken, olanaklardan yeterince faydalanamayan Doğu’lu vatandaş pazarın bulunduğu tarafa doğru göç etmeye başlamıştır. Yani Vergi toplama, askerlik gibi talepleri olan devlet buna paralel olarak sağlık ve eğitim olanakları, iş imkânları gibi pozitif ilişkileri yansıtamamıştır, buna karşın halk toplumsal yaşamla ilgili yükümlülüklerini yerine getirmede gönülsüzleşmiştir. Bu da sonunda terörü doğuracaktır. “İnsan“ olma kökenli, Osmanlının kavradığı ve saygı duyduğu dinin toplum üzerindeki etkili rolü “çağdaş sistemin” çözemediği ve hatta sorun haline getirdiği bir diğer olgudur. Burada önemli olan nokta geçmişte dinin devlet kültürüne önemli oranda katılımcı olması geleneğidir. Bu nokta iyi değerlendirilmelidir. Haçlı seferlerine kadar giden toplumsal bellekte, Batı Hristiyan toplumlarına karşı ortak bir savunma güdüsü olduğu bir gerçektir (Selahaddin Eyyubi bir Kürt Sultanıdır). Günümüzde de bu güdünün neden hala var olması gerektiği Batının çeşitli ideolojiler ve gerekçeler ile hala yapmakta olduğu saldırılar karşısında alınması gereken tavırla izah edilebilir. Yüzyıllar boyunca Anadolu Müslümanları yayılmacı Hıristiyanlığa karşı (Halifelik) engel olma görevini yapmıştır. Aynı şey Batı Hıristiyanları için de geçerlidir. 1683’teki Viyana Kuşatması’na kadar olan dönemde savaşlar ve sair ilişkilerin Batının kimliğinin tanımlanmasında rol oynadığı kesindir. Yeni Türk sisteminin aniden ve radikal bir şekilde dinsel alanı sınırlayan uygulamaları doğal ve bellekten kaynaklanan bir tepki doğmasına yol açmıştır ve halk yeni uygulamaları anlaşılmaz ve kabullenilmesi güç şeyler olarak görmüştür. Geldiğimiz noktada “laiklik” olgusu olumlu getiriler yanı sıra, Anadolu halkları nezdinde önceden görmemiz gereken ancak ne yazık ki göremediğimiz olumsuzluklara yol açmıştır. Çünkü halk gözünde alternatif olarak öne sürülen Bilim yeni inşa edilen ulusun ekonomik, kültürel, toplumsal kimlik, sosyal sorunlarına karşı herhangi bir çözümleyici etki, ne yazık ki, yeterince gösterememiştir. Cumhuriyet ve çağdaşlaşma sadece bir takım ideallerden öteye gidemiyordu. Temelinde sağlıklı bir şekilde kurulamamış olan ve insanın vicdanı ile ilgili bir değerler kümesi olan bu ilişki günümüz aydınlarının en önemli ve sonuç tayin edici sorunudur. Bence Çağdaşlaşma hareketi onlarca yıldır vurguladığı halk egemenliğini günümüzde sağlama yolunda önemli adımlar atmıştır ve demokrasi artık yavaş yavaş toplumsal bellekte yer edinmeye başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında tek parti baskısı haline gelmesi olgusu artık halk tarafından değerlendirilebilmekte ve Cumhuriyetin demokrasi anlamında ne olduğu yavaş yavaş anlaşılmaktadır. Tek partinin (CHP) varlığının kaçınılmaz olduğunu çünkü toplumun henüz demokrasiye hazır olmadığını, emperyalist saldırılar karşısında tek ulusal cephenin kurulmasının gereğini anlayabilirim. Ancak, ilk demokratik çok partili sistem denemelerinin neyle sonuçlandığına bakıldığında, günümüzde yeni partilerin iç ve dış rejim karşıtlarının yuvası olması ki bence gereksiz bir kaygıdır, endişesi hala sürmekte. Tek parti yönetimi 1950’lere kadar devam eder. Çağdaşlaşma hareketinin en ileri uygulamaları da elbette bu dönemde yapılmıştır. Tek kontrol mekanizması CHP grubudur. Bu aşamada aydınların (elitler) rolü önemlidir. Ancak, Batı tarihinde aydınlar inandıkları gerçekleri canları pahasına savunmuş iken, kendi tarihimizde aydınlarımızın buna benzer tavırlarına örnek vermek zordur. Sorunun temelinde toplumun tenkide karşı tahammülsüzlüğü ve Türk aydının kolayca temel inançlarından cayabilme becerisi yatmaktadır. Türk aydını bir türlü “bağımsız” olamamıştır. Aydınların da iktidarlarla kimi zaman barışık, kimi zaman kavgalı ve her zaman muhalif olmaları gerektiği düşünülürse, ‘bağımsız’ tanımının önemi daha iyi anlaşılır. Sözünü ettiğim ‘bağımsızlık’ öncelikle devletten ve/veya tekellerden, yani güç odaklarından, egemenlerden bağımsızlıktır. Bizde ise tam aksidir ve bütün bu anlatılanların ışığında çağdaşlaşmanın demokrasi sorununu “kendi aydınlarını“ üreterek aştığından söz edilebilir. Aydınlar öncülük yapan bir sınıf ve bu sınıfa ne olursa olsun uyan bir toplum modelini benimsemiş ve demokratik haklar konusunda talepte bulunmamışlardır. Bunun en güzel örneğini en son seçimlerde yaşadık, yaşamaktayız. 1950 sonrası demokratikleşme konusunda ise şüphesiz öncelikli olaylar askeri darbelerdir. Darbe düzeni olması gerektiği düşünülen noktaya yeniden çekme ayrımcı eğilimidir ki halkın çocuklarından oluşan askerler kullanılarak, ona dayanılarak yapılır. Nitekim bütün darbelerin nedeni olarak ülkenin planlanan gidişten sapması gösterilmiştir. Mevcut sosyal sistemi korumaya yönelen bir grup kendi istediklerini yapabilmek için “demokratik“ sürecin de dışına çıkmıştır. Ülkenin nasıl kurtulacağını sadece kendileri bilen bir ‘cephe’ kendi kararlarını uygulamaya çalışmış ancak, çağdaşlaşma hareketinin temel referans kaynağı olan Batı ile günümüz Türkiye’sinde çatışmaya girmiştir. Örnek alınan “ muasır medeniyet seviyesi”ne rağmen insan hakları, sivilleşme gibi alanlarda gelişme sağlanamamış ve nitekim “Batı” tarzı yönetim ideolojisi halk önderliğini o eğitime muhtaç halkın taraftar olduğu “karşı” muhafazakâr eğilime, yetiştirdiği çocuklar vasıtasıyla, tarihi toplumsal bilince terk etmiştir. Eski Batıcı çağdaşlaşmacı elit içe kapanma eğilimine girmiştir. Özellikle AB ile ilişkilerin geldiği nokta konusundaki problemler bunda etkili olmuştur. Türkiye’nin demokratikleşme, temel haklar, siyasal haklar konusunda bildiğini okumaya devam etmesi Batı tarafından eleştirildikçe; doğuyu önceden gözden çıkaran hareket yalnız kalmış ve radikalleşmiştir. Batılılaşma modeli bir hedef olarak ortaya konulurken Batının temel taşları olan bazı norm ve değerlerin zamanla kendileri için sorun olabileceğini kestiremeyen çağdaşlaşmacı elit seçiciliğe yönelmiştir. Avrupa Birliği’nin, Türkiye’ye karşı takındığı olumsuz tavır eskiden beridir Batıcı olan kesimi zora sokmuştur. Çağdaşlaşma hareketi böylece amacının tam tersi bir noktada sonuçlanmıştır. Yüzyıllardır sürekli Batı ile bütünleşme amacını taşıyan Türkiye kabul görmezken, amacı ülkeyi Batıyla bütünleştirmek olan Çağdaşlaşma hareketinin şu aşamada tezlerinde başarısız olduğu ortadadır. Batı değerlerine karşı işine geldiği gibi elit seçiciliğin nedeni ise Batı kavramanın günümüzde ifade ettiği anlamın, çağdaşlaşmacı elit’in ilham kaynağı yüzyılın başındaki anlamından farklı olmasıdır. Bizimkiler yerinde sayarken batı sürekli yenilenmiştir. Çağdaşlaşma hareketinin yüzyılın başında (hatta 17. yy'dan beridir) örnek aldığı Batı kavramı bugün çok farklı bir noktadadır. Batı kimliğini oluşturan temel öğe özgürlüktür. Özgürlük yaşamın bütün alanlarında somut kurum ve kurallarla düzenlenmiştir ve kişilere tanınan haklarla açıklanabilir. Doğal olarak, özgürlükleri kısıtlayan, sivil toplumun sağlıklı gelişmesini engelleyen her türlü düşünce Batı kalıbı tarafından dışlanacaktır. Burada batının eksiksiz bir insan hakları sicili olduğunu varsaymak tabii ki cehalet olur ve hatta belki de onların algıladığı biçimde demokrasiyi de ret ediyorum. Burada söylemek istediğim şey toplum idaresinin aslen halkın iradesine bağlı olduğudur. Sivil toplum Türkiye’de militarist yaklaşımlarla engellendikçe çoğulculuk ve demokrasi de kurumlaşamamıştır. Temel hedefi Batıyla bütünleşmek, Batılılaşmak olan Türkiye’nin bu kavramlarla çatışmaya girmesi çağdaşlaşmanın (elitlerin/aydınların) sonradan caymasının sonucudur. Anayasa başta olmak üzere Türk hukuk mevzuatı şahıslara sunulan hakları içeren ilkelere ters düşen, onları sınırlayan düzenlemelerle doludur ve değişmelidir. 18. yüzyılın başlarından 1914’e kadar süren dönemde Batıda birinci baskın özellik “belirli bilimsel doktrinlerin moda olmasıyla, özellikle entelektüeller arasında, materyalizm ve dini şüpheciliğin” artmasıdır. Dönemin ikinci baskın vasfı Darwin’le ortaya çıkan biyolojik evrim düşüncesinin kabulü ve yaygınlığıdır. Üçüncü özellik ise fizyolojik psikolojidir, yani insan diğer hayvanlar gibidir, ancak laboratuar çalışmalarıyla üzerinden bilgiler öğrenilebilir. Yani “onda ruhsal, metafizik özellikler aramak boşunadır”. Yine o dönemde siyasi sınırlar çok önem taşımakta ve aşılmaları mümkün olmamaktaydı. Ulus devlet tartışmasız kabul edilen bir olguydu ve alt kimlikler bastırılmaktaydı. Oysaki Türk çağdaşlaşmasının örnek aldığı Batının sürekli aynı biçimde kalmayacağı bir gerçekti. Bireylerin mensubu oldukları sisteme güvenleri yaşayan bir organizma olan sistemlerin süreklilik kaynaklarıdır. Çünkü sistemin üzerinde kurulduğu normların devamı halk tarafından benimsenmesine bağlıdır. Hal böyleyken Batıda ulus devlet anlayışı yumuşamış, alt kültürler ve kimlikler seslerini yükseltmiş ve uluslararası hukukun konusu objesi olmuşlardır. Kısaca, Batı yerinde saymamış aksine değişimlerin mimarı olarak kendini yenilemiştir. Ne var ki aynı oranlı yenilenme Batıyı örnek alan Türk çağdaşlaşma modelinde görülmemiştir. Böyle olunca uzun dönemde dünyayla bütünleşerek, evrensel kültürle Türk kültürünü bütünleştirebilecek “taraf” değişmiştir. Yani Osmanlıda uygulanan sistematik bugün başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelere model teşkil etmektedir. Türkiye, kendini Batılı bir toplum olarak tanımlamasına karşın Batı tarafından reddedilen bir ülkedir. Diğer yandan Türkiye’nin en yakın Müslüman komşuları ile diğer İslam devletleri ile ilişkileri iyi değildir. Yüzyılın başında seküler bir toplum oluşturmak için 624 yıllık mirası reddederek kendini yeniden tanımlayan Türkiye bugün kullandığı yöntemin işlevselliğinde çıkmazlar nedeniyle bir soyutlanma ile karşı karşıyadır. Yönetimler gösterdikleri hedeflere ulaştıkları oranda halkın güvenini kazanırlar. Sistemin üyelerinin birbiriyle uyum sağlaması içinse ortak değerleri olmalıdır. Din, kültür gibi bütünleştirici kaynakların sistem içinde muteber bir yer edinmeleri ve sistemin herhangi bir parçasıyla çatışmamaları çok önemlidir. Eğer sistem bu unsurları bir araya getirme konusunda zorlanıyorsa sadece bir iç sorun yaşanmayacak, sistemin dış dünya ile ilişkileri de sarsılacaktır. Varlığını çağdaşlaşmanın yetersiz ve radikal uygulamalarına karşı verdiği tepkilerle hissettiren muhalif taraf sistemin temelini oluşturan ideal söylemlerle (elit/aydınlarla) çatışmaktadır. Sistemin reform ihtiyacı ise o dışlanan halk tarafından görülmektedir. Süreç içinde, özellikle 1980’den sonra, dünyanın birçok yerinde entelektüellerin ışıkları sönmüş, lambaları patlamıştır. Günümüzde neredeyse üniversite diploması olan herkese “entelektüel” denilerek, (entel diye alay edilerek) bu kavramın içi boşaltılmıştır. Aydın kişiler işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur. Yani,12 Eylül 1980 darbesine kadar Türkiye’de, Türkiye halklarının baskıcı devlete başkaldırdığı o şanlı dönemde önemli işlevler yerine getiren bağımsız aydınlar artık pek azdır. Sosyal yalıtıma uğramış bu insanların kimi emeklidir, kimi zengin kimisi ise ülkesinden uzakta göçmen. Ancak bir kesim vardır ki Kapitalizmin kazandığı zaferin geçici olduğuna inanmakta, insana ve inançlarına sırtını dönen anlayışı, mevkii, parayı, şanı, şöhreti ve Batının sunduğu konformizmi reddetmekte, halkının yanı başında onların safında yer almakta, arayışına, sorgulamaya devam etmektedir. Hülasa; Türk çağdaşlaşma hareketi ve aydınları sorunlar yaşamaktadır. Cumhuriyetin kuruluş döneminin şartlarında benimsenen hedef şüphesiz yararlı olmuştur, belirli bir ilerleme de sağlamıştır. Ancak şimdi yapılması gereken değişimin farkına varmak ve ortak değerlere sarılmak, yeniden canlandırmak, yani bağnazlıktan, elitist seçicilikten kurtulmaktır. Yani insanların toplumsal/tarihi bilincinden kaynaklanan, insan olma özelliğinden kaynaklanan davranışları, kılık kıyafetleri ve inançlarına saygılı olmak gerektiğini, insanların hiç te MEKANİK birer laboratuar deneği olmadığını düşünüyorum. İşte ben de buraya kadar çağdaşım, bunların yapıldığı oranda çağdaşım ve Sosyalim ve durmaksızın kendimi ve çevremi eleştirmekteyim.

Saturday 16 March 2013

Birey Olmanın Hedefi ya da Hedef olarak Birey.

18 Yaşımda Üniversiteye başladığımda, sol hareketlere sempatiden öte bağlılığı olan bir genç idim. Okuma, yazma ve yabancı diller öğrenmeyi seviyor, bir yandan da “Kapitalist Batı’yı” merak ediyordum. Nasıl olup da hem “Kapitalist” hem de “ Özgür” olunurdu? Bu bir çelişki idi genç dimağımda. Özgür olunacaksa, tüm “toplum” özgür olurdu. “Birey” olmak kötüydü, . Bencil ve Birey eş anlamlıydı, bence!. 2 yıl sonra, 1984 yılında, dil bilgim daha da ilerlemiş bir seviyede iken, normal yollardan ve tahsilimi tamamlayamamış olmaktan dolayı kısmen gönülsüz bir şekilde yurt dışına çıktım. Kapitalizmin en üst düzey örneklerinden birisi olan bir ülke idi geldiğim yer. Uzak ve kimilerimiz için hayalî bir yaşam alanı idi. 12 Eylül darbesi ve hemen öncesini ve sonrasını yaşamıştım ve şimdi birden tüm geçmişimin üzerine sünger çekmeliydim. İki seçenek vardı; ya , deyim yerindeyse, refah ve özlem içinde Avustralya’da ölünecek, ya da geri dönülecekti. Denemeliydim. Dil bilgim bu yeni ülkede sistemi daha çabuk kavramama yarardı. Çelişkiler de zaten bu nedenle daha çabuk kendisini gösterdi. İç dünyam darmadağın olmuştu. Burada herkes önce kendisini düşünüyordu. Bu ne acı bir şeydi! İnsanlar önce kendi ayakları üzerinde kalmayı öğreniyordu daha çocuk yaşlarda. “Toplumculuk” diye bir şey göremiyordum. Yani her koyun kendi bacağından asılıyordu. Bunun, tekil olarak, toplumun tüm diğer bireyleriyle aranda kesin bir sınır çekmek, kendini yaşamak olduğunu düşündüm. Özgürlük dedikleri bu idi. Bu da bireye kendi akıl ve duygu dünyasında hissettiği her şeyi yaşama olanağı sağlıyor, sistem ise bireyin her sorununda yanında oluyor, destek veriyor ve fakat başkalarının yaşam alanlarına mütecaviz herhangi bir davranışta bireyi kolayca hizaya getiriyordu. İşte burada hangi bireyin neyi “ mütecaviz” kabul edeceğini bilememenin getirdiği belirsizlikle, birey süreç içerisinde kendi iç dünyası ve yalnızlıkları ile yaşamayı tercih ediyor ve öğreniyordu. Sürü mantalitesi yok idi. Bireylerden oluşan bu toplumda bir de Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden 50’li yıllarda göç etmeye başlamış “Türkler” , ve onların arafta kalmış, asimilasyonun ağır yükünü taşıyan çocukları vardı. Ben ise artık Türkçe konuşan herkesin ihtiyaç duyduğu her alanda ve makamda “tercüman” sıfatıyla çalışmaya başlamıştım. “Türkleri”, aslında hiç de tanımadığım ülkem insanını mikro ortamda, bir kaç gettodan oluşan yaşam alanlarında tanıdım. Kısa hayatımda ilk kez “etnisite” denilen olguyu orada anlamaya başladım. Türkçe konuşan, ama kendisini Kürt, Alevi, Ermeni, Süryani, Çerkez, Laz, Yörük, Türk şeklinde tanımlayan bu Türkçe konuşanların belirli bazı etnik ve dini özelliklerini hayatlarının her alanında “öncelikli” olarak vurguladıkları gerçeği bir özgürlük müydü yoksa bir parçalanma mı? Bu şekilde kendi “etnik” kökenim de ilk kez benim ilgimi çekti. Öyle ya, kim di benim atalarım? Bilme ihtiyacı hasıl olmuştu. Aradan uzun yıllar geçti, ülkeye geri dönüşler, başka ülkelere uzun seyahatler gerçekleşti. 1991 yılı idi. Babamın vefat ettiği yıl orada olamamıştım. Gömü törenine yetiştim. Bu boyu 2 metre, iri yarı, kara yağız babadan aklımda kalanlar yediğim onca dayak, her sabah erkenden kalkıp tıraş olup işe gitmesi ve akşamüzeri eve gelip, kendi yalnızlığında oturmasıydı. Hiç kendi çocukluğundan bahsetmezdi. Bir tek şey kalmıştı aklımda onun anası babası ve kardeşleri hakkında; dedem ve ninem Kürdmüş. Bunu annem söylerdi. Kürd olmak bir aşağılanma nedeniydi o yıllar. Bir kez de dedem, babaannem ve babamın kız kardeşlerinden birisi gelmiş idi evimize, misafir olarak, belki 10 yaşımda idim. Onlardan aklımda kalan ise kadınların kara çarşaflı ve suratlarında dövme olmasıydı....Erkeklerin ise Türkçesi ağır şiveliydi. Bir daha da görmedim onları. Babamın da ağzından bir kez olsun ben Kürdüm kelimesini duymadım. Takiben, “vatani görevimi” yapmak üzere orduya katıldım. “Her Türk Asker Doğar” nidalarıyla geçti zaman. Her Türkün neden asker doğmuş olması gerektiğini hala kavrayamamışımdır. Örneğin bana, askerlik mesleği hiç de çekici gelmiyordu. Ancak bu mekanizma vardı ve bir gruba “aidiyet” davranışı işte burada dikte ediliyordu. Vatan kelimesinin anlamını kavradım. Vatan kime göre vatandı? Neresi vatan dı? Gidebildiğin her yer vatan olamaz mıydı? Vatan silah ve militarizm mi demek di? Dersim isyanı sırasında babamın 2 yaşındayken, Beroç köyünde, bağlı olduğu Xıran aşiretinin bazı mensupları gibi, dedem ve akrabalarıyla sürgüne gönderilmiş olduğunu çözdüğümde artık 40 yaşımdaydım ve gene dönmüştüm yabancı illere... Kişi geçmişini babası soyuna göre ifade ederse bir Kürd, anası soyuna ithaf ederse bir Türk idim. Kürd ya da Türk olmak beni rahatsız etmiyordu. Ama günlük yaşamımda bu kimliğimi ifade etmek benim için birincil öneme sahip değildi. Öyle takıntılar geliştirmedim. Yaşadığım ülkede ömür geçiren Göçmen Türkiyeliler, her nedense, bazı kesimleri birbirine düşman bile olsa, bir arada yaşamaktaydılar. Bu gittiğim her ülkede böyle idi. Tek fark, hepsi Türkçe ve kendi dillerini konuşuyor, etnik kimliğini vurgulayabiliyordu. Oysa hemen tamamı yaşadıkları ülkenin kültürü ve dilinden kopuk idi. Bu bir ironiydi. Yani, Türkiye’nin bir mikro örneği oluşturulmuş, ancak etraflarını çevreleyen okyanusla ilgilenmiyorlardı. Yeni keşfettiğim Kürd kimliğimi algılayabilmem için Kürdlerin oluşturduğu derneklere devam etmeliydim. Öyle de yaptım ve diğer “Türk” dernekleri yanında onların toplaşma mekanlarına da dönem dönem gittim . Örgütlü olan grup her seferinde “ayrılıkçı “ çizgisinde olan gruptu ve çeşitli isimler altında faaliyet gösteriyorlardı. Kürdler de kendi aralarında kılcallara ayrılmıştı; Soranlar, Goranlar, Dımliler, Kurmançlar, Zazalar, Asurî Kürtler, Yahudi Kürdler, ve farklı hassasiyetleri....Dilleri yasaklanmış, gelenekleri aşağılanmış, inkar edilmiş bireyler topluluğu. Çoğu gücü tamamen teslimiyet içerisinde bir gruba aidiyette arayan insanlar. Militarizmi sevmem. Dolayısıyla, militarist yönleri konusunda hiç bir zaman yorum yapmamaya özen gösterirken, bir yandan bu insanların Kürd kimliklerini gözlemliyordum. Doğru, kendime ait bir sürü yön bulur iken, diğer yandan müthiş bir şiddet eğilimi gördüm. Yaşadıkları coğrafyadan dolayı, deniz aşırı topluluklarla ilişkileri zayıf olmalıydı ki, bulundukları geçiş yolları, zor koşullar onları şiddete yakın kılmaktaydı. Cehalet diz boyu idi. Bu diğer “Türkiyeliler” açısından da çoğunlukla böyle idi denilebilir. İnsanlar tek bir ideoloji, tek bir kişi, tek bir amacı, tek bir dini inancı ya da inançsızlığı sorgusuz ve de sualsiz kabul ediyorlardı. Yani bireyi “çaresiz” yapıyordu. Bireyin bu derece yüceltildiği o ülkede bunun nasıl olabildiği sorusu hala cevapsızdır dimağımda. İşte bu kabullenmişlikle çocuklarının bir kısmı gerillaya katılırken, bir kısmı ise “arafta” kalıyor, ne Kürd, ne de “yabancı” oluyorlar, bir kısmı uyuşturucu ve fuhuş batağında boğuluyor, bir kısmı her şeyden tamamen kopuyor, başak gibi biçiliyorlardı. Çok az kısmı ise eğitim alıyor, profesyonel bilgi sahibi oluyor ve gene kendi grubuna desteğe devam ediyordu. Türkiye’de durum farklı mıydı? Birçok Kürd insanı eğitim alıyor ve fakat bunların bir kısmı dağlarda telef oluyordu. Her seferinde ise, “toplum” bir kaç on yıl geriye öteleniyordu. Tam da “ birçok kazanım elde edildi, bir şeyler oluyor, artık eğitimli gençler eli ile hem Türk ve hem de Kürdler daha refah içerisinde, özgürce yaşayabilecek” umuduna kapılmıştım ki, dün gene birçok genç “şehit” oldu, “vatan” uğruna. İngiliz General C.F. Aspinall’in Çanakkale muharebelerinde yaşananları ifadesiyle: “ Türklerin çiçekleri” elllerinden alınıyordu. Birey olmak çevredeki diğer bireylerle arana çizgi koymanı sağlıyor. Kendi aklını sonuna kadar kullanabilme yetisi veriyor. Hedef seçebilme özgürlüğü veriyor. Diğer yandan birey olmak kişiyi hedef kılıyor, grup mentalitesi bireyi hedef görüyor. Sonunda olan zor yetişen bireylere oluyor. Örgüt, oluşum, toplum, kurumlar ise var olmaya ve savaşa devam ediyor. Hep beraber bir yarım yüzyıl daha kaybetmeğe mecalimiz var mı bu ülkede? Bireysel özgürlükleri ne zaman öğreteceğiz çocuklara? Ben mi, ben artık ne Kürd ne de Türküm, ben bir bireyim ve etnisite adına insan öldürenlerden değilim. Ben yaşadığım coğrafyayı doğal olarak kendilerinin kabul edip onu parçalamak, yutmak ve kendisine katmak isteyen emperyal devletlerin karşındayım. Daha 100 yıl önce parçaladıkları yaşam alanlarımızı bir kez daha parçalamalarına birey olarak direnmeye devam edeceğim. Çanakkale’den Karsa, Hakkari’ye, Süleymaniye’ye, Şama, Süveyş’e, Tripoli’ye kadar her yerin vatanım olduğunu hissetmek istiyorum. Ben bir bireyim, en çok da Anka kuşunun kanatlarında, sınırsız uçabilmeyi isteyen bir hayalperest birey.. 2012.

Tuesday 4 December 2012

"ECEABAT ASIRLARDIR ANADOLUNUN KİLİDİ" ADLI KİTAP MAHKEMELİK OLDU


Çanakkale Şehitleri Anısına yapılan kitap mahkemelik oldu. Gelibolu Yarımadası'nda 96 yıl önce yaşanan Çanakkale Savaşları'nda isimlerini altın harflerle tarihe yazdıran binlerce şehidin anısına hazırlanan 5 boyutlu ''Asırlardır Anadolu'nun Kilidi Eceabat'' adlı kitap mahkemelik oldu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır'ın tarih danışmanlığını, sanat yönetmenliğini Ergun Nuhut'un yaptığı, fotoğraflarını Mehmet Akgül ve İhsan Ayıtkan'ın çektiği, üç boyutlu fotoğraflardan oluşan, kapağı açıldığında Çanakkale Türküsü çalan, içindeki bir şişede 57. Alay Şehitliği'nin toprağı ile savaşta atılan bir merminin kovanı bulunan, ayrıca üç boyutlu fotoğrafların görülebilmesi için de özel bir gözlük yer alan kitapta savaşlarla ve ..... ilgili bilgiler ise Türkçe ve İngilizce metinlerle okuyucuya sunuluyor. Kitabın içinde yer alan Türkçe metinlerin İngilizce çevirisini yapan Doğan Şahin, kitapta isminin bulunmadığı gerekçesiyle bir süre önce Çanakkale Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Savcılık, Şahin'in şikayetini değerlendirip, olayla ilgili iddianame hazırladı. İddianamede, Eceabat Kaymakamlığının ''Eceabat Asırlardır Anadolu'nun Kilidi'' adlı bir kitap yayımladığı, kitabın Ergun Nuhut tarafından hazırlandığı, ÇOMÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır'ın kitaba danışmanlık hizmeti verdiği, Şahin'in ise Burhan Sayılır'ın teklifi üzerine kitapta yer alan Türkçe metinleri İngilizce'ye çevirdiği, talep etmesine rağmen kitap yayınlandıktan sonra isminin belirtilmemesi nedeniyle şikayetçi olduğu bilgisine yer verildi. Ergun Nuhut'un alınan savunmasında, söz konusu kitabın noterden tescilli projesi olduğunu, Şahin'in tarafına ait olan metinleri belli bir ücret karşılığı tercüme ettirdiği, tercümelerin orjinalinin tarafına ait olduğu, kitapta müştekinin isminin geçmemesine kendisinin karar verdiğini belirtildiği iddianamede, atılı suçlamayı ve uzlaşmayı kabul etmediğini ifade edildi. Aldırılan bilirkişi raporunda Şahin'in söz konusu eserin yabancı dildeki çevirilerini yaptığının anlaşılması halinde dava konusunun eser içinde çevirisini yaptığı bölüme ilişkin olarak işleme eser sahibi olduğu ve manevi hak sahibi bulunduğunun belirtildiği, bu suretle şüphelinin manevi haklara tecavüz suçunu işlediğine dair hakkında dava açmaya yeterli ve inandırıcı delil bulunduğu bildirildi. Yapılan duruşmalar sonrasında Sanık Ergun Nuhut al ay hapis, sabıkasız olduğu için 5 aya indirildi , ve sonuç olarak 5 yıl denetimli serbestlik cezası aldı. Karar kesinleşti.
Kamuoyuna Duyurulur

Thursday 14 June 2012

WW1- POW IN TURKISH CAPTIVITY/ARMENIANS


AN ANSWER TO A FORUM WRITER David, To my mind the counter argument you have submitted as to “since POWs were interned at Armenian Church, so it is to do with Armenians” is hollow thinking. Because, some POW were in fact held at a “ Medrese’s” and some at private homes, some at factories and some at railway yards and yet some at farms, and some at abandoned school buildings, none of which were surrounded by barbed wire. The exact number of POW deaths in Turkish POW camps is not known. There were no hate speeches in the Ottoman Empire against Armenians prior to WW1 events. About 300 thousand Armenians suffered or died as a direct and inevitable result of revolt against the central government in WW1. I have observed that the current “Armenian Genocide claims” is in essence political. I accept that nothing is pure black or white. I have acknowledge that Armenians were duped by the Russians into fighting for a greater Armenia, having armies and fighting units at war with the Turks, that there were casualties on both sides as is natural in a war. Genocide is the proof of intent to eradicate a minority. Genocide is an arbitrary crime attributed to governments who commit massacres or encourage them in order to wipe out a group. This was not the case of the Ottoman Empire and the Armenians. Many Armenians were killed. But many Ottoman Muslims were killed by Armenian volunteer units, gangs, and rebels whether under Russian or French flags. There is still no proof of intent by the Ottoman government to eliminate Armenians, because there seems no motive to eliminate the Armenians. Wasting money, time, effort, and man-power, that you do not have, to exterminate a race requires more logistics to support the motives. To my knowledge, even Armenian historians struggle to find authentic evidence of genocide. Some of the “evidence” point to forgeries, some point to death tolls and speculation as proof. People must learn to put their prejudices aside and take the time to conduct their own research. Genocide Scholar, Guenter Lewy, has this to say… “According to Article II of the Genocide Convention of 1948, “intent to destroy” is a precondition of genocide. A large number of dead alone is not sufficient. Thus, for example, collateral casualties of an aerial bombing do not constitute genocide, no matter how large the number of victims. There exists no evidence that the Ottoman regime had intent to destroy the Armenian community.“ On the other hand, there is plenty of evidence that Armenians committed massacres. I observe that a truly tragic historical event seals the mind of many at the hand of politically motivated game pieces, as it has been hammered into the minds of generations since the end of 19th Century. My approach to this matter is from reason. No faith has been put into this thought process , which otherwise I believe would furnish new grounds for conflict to continue, which in turn would be the result of a lesson not learned, which I do not desire. The arguments parties could develop are infinitely variable and interpretations will differ. Therefore, I will try and convey my interpretation of the historical matters on the basis of analyses of documentation, records, proof, allegations, evidence, attempts at reprisals and sanctions and ultimately punishment in terms of Universal law. At no time will I deny the tragic deaths of thousands of Armenians as direct result of “divide and conquer” policy by the then world powers and for their own expansion purposes. What I do find odd is that whenever there are attempts to fill in the gaps to Armenian blood bath relaying the events that happened before, after and during that period. Armenian Revolt at WW1 is well documented. Russian, Ottoman and US records point out to deaths of thousands of innocent Anatolians at the hands of Armenian bandits when larger towns. I shall certainly not stand aside and see tragic events such as outrages against Armenians and POW treatment tabulated. Throughout the last 500 years or so, there have been Christian Missionaries sent to many different countries throughout the world by French, German and British, and for the last 2 hundred years by US. Anatolia and Mesopotamia, the Land of bible was always and continues to be in 2011 the ultimate center of attention. Some of the most ancient roots of humanity are located in the Near East as are the beginnings of most major religions. The first of US missionaries were in 1819 given the commission by the American Board of Commissioners for Foreign Missions and were there to compete with others who had been there much before: “From the heights of the Holy Land, and from Zion, you will take an extended view of the widespread desolations and variegated scenes presenting themselves on every side to Christian sensibility; and will survey with earnest attention the various tribes and classes who dwell in that land, and in the surrounding countries. The two grand inquiries ever present in your minds will be, WHAT GOOD CAN BE DONE? and BY WHAT MEANS? What can be done for Jews? What for Pagans? What for Mohammedans? What for Christians? What for the people in Palestine? What for those in Egypt, in Syria, in Persia, in Armenia, in other countries to which your inquiries may be extended?” (UCBWM 150 Years). The Ottoman Empire as of 1453 grew from the ashes of the Roman Empire and controlled Middle East, much of Near East and parts of Africa and Europe until about the beginning of 19th century. As such there was no specific race controlling the empire and the children of conquered peoples held powerful office in the Ottoman Empire and Armenians were not spared. During the nineteenth century the politics of the area were dominated by conflicts between Russia, Germany, Italy, England, the European governors in the Near East and the native people, governments and religions of the Near East. This was feed and encouraged by the decline of the Ottoman Empire and the instability of its political structure. The outer fringes of the Ottoman Empire were seen as rich prizes in the expansion of Russia and the European communities. Turkey came through WW1 without being completely over run and divided amongst the Allies. Throughout the turmoil of one political crisis and war after another, multi-national missionary groups struggled to spread the word of Christ. These individuals had multiple objectives in their occupation of the Near East countries. Primary may have been the desire to restore the Christian faith in the area. The Turks were, indeed, defeated at the end of World War I, despite their previous victories at Gallipoli and elsewhere. The armistice was concluded at the port of Mudros, Lemnos, on October 30, 1918. Admiral Calthorpe, signatory of the armistice, was appointed British High Commissioner at Istanbul. He was provided with a special staff for this new post. The Allies did not wait for a peace treaty after the armistice for claiming the Ottoman territory. Just 13 days after the Armistice, French, and British Troops entered the city in November of 1918. Early in December 1918, Allied troops occupied sections of Constantinople and set up an Allied military administration. On February 5th, the Foreign Office instructed the British High Commissioner in Istanbul to ask officially the Turkish Government to hand over to him or nearest allied commander such Turkish officers or officials accused of following offences: (i) Failure to comply with armistice terms, (ii) Impending execution of armistice terms, (iii) Insolence to British commanders and officers, (iv) 111- Treatment of prisoners, (v) Outrages to Armenians or other subject races in Turkey and Transcaucasia, (vi) Participation in looting, destruction of property, etc., and, (vii) Any other breaches of the laws and customs of war. Soon in same year the allies were informed that the Ottoman Empire was in compliance with its full apparatus to the occupation forces. Armenian claims and POW matters would be investigated by a commission. Turkish Courts-Martial of 1919–1920 were courts-martial of the Ottoman Empire during the aftermath the World War I. Former officials were court-martialled including the charges of the massacres of both Armenians and Greeks as well as ill treatment of POWs in Turkish hands. Most of the Turkish courts-martial were dismissed and the serious ones were relocated to the "International Court-Martial in Malta" rather than being held in a Turkish court whose "findings cannot be held of any account at all." (John de Robeck,) The courts-martial were labeled "Turkish" because of their selective accusation of only the Turkish subjects of the Ottoman Empire. During the second stage the international trials, Ottoman politicians, generals, and intellectuals were relocated from Constantinople jails to the British colony of Malta, called the Malta exiles, where they were held for some three years while searches were made in the archives of Constantinople, London, Paris and Washington to find proof of their guilt. The tribunals were held under occupation, thus the judges were under the scrutiny of the occupying forces. However, the validity of the evidence presented in these testimonials has been questioned owing to a lack of defendant rights. The validity of the evidences presented, such as letters and orders have been in study. Some of them had proven to be forgeries. In some cases hearsay was an issue as direct evidence has never been presented. When the international trials were staged, the High Commissioner at Constantinople, Calthorpe, was replaced by John de Robeck, the Commander-in-Chief, and Mediterranean, who said "that its findings cannot be held of any account at all." New series of deportations continued, in small groups, from March to November 1920, and the number of Turkish detainees at Malta reached the total figure of 144 persons. The alleged offenders were already in British hands, detained at Malta prison, The British forces were in occupation of Turkish territory. Therefore all Turkish Central State Archives and some of those kept in provinces were at the disposal of British authorities. The Armenian Patriarchate of Istanbul was, from the very beginning of allied occupation, in close collaboration with the British authorities in Turkey, and nearly all Armenian informers, spies, and "witnesses" offered their services to their British masters in order to revenge the Turks. On July 19, 1920, Winston S. Churchill submitted to his Cabinet the following secret memorandum expressing his concerns in the matter of Malta Tribunal: "I circulate to the Cabinet a long list of prominent Turkish politicians, ex-ministers, generals, deputies and others whom we are still keeping as prisoners at Malta. It seems to me that this list should be carefully revised by the Attorney General, and that those men against whom no proceedings are contemplated should be released at the first convenient opportunity." PRO?FO. 371/ 5090 and C.P. 1649: Memorandum by the Secretary of State for War (Cabinet) on position of Turkish prisoners interned at Malta, dated July 19, 1920. On March 31,1921, Lord Curzon sent the following telegram to Sir Auckland Geddes, the British Ambassador in Washington: ?There are in hands of Majesty’s government at Malta a number of Turks arrested for alleged complicity in the Armenian massacres. There are considerable difficulties in establishing proofs of guilt. Please ascertain if the United States government is in possession of any evidence that would be of value for the purpose of prosecution. British Archives. PRO?F. 0. 371/ 6500/ E.3552, Curzon to Geddes Telegram No 176, dated March 31, 1921 Upon this memorandum by Mr. Churchill, the whole question of Turkish prisoners in Malta was discussed, for the first time, at the British Cabinet meeting held on August 4, 1920, At the same time the Law Officers of the Crown were consulted on the subject and they had submitted to the Cabinet an interesting memorandum. It was clear that the Law Officers were dealing only with few Turkish deportees accused of ill-treatment of British prisoners of war. No material or evidence ever existed about alleged and propagandized Armenian massacre. Therefore, the Law Officers of the Crown abstained from accusing anyone of Turkish deportees of such a crime. They have given to the Cabinet the following opinion: "The list of Turkish subjects who have been sent to Malta on the instruction of H.M. High Commissioner at Constantinople and detained there falls roughly into three categories: 1) political offenders, 2) persons accused of deportations, pillage and massacres, 3) persons accused of ill-treatment of prisoners of war." "The third category is the only one which comes within our purview, and we have no knowledge as to the individuals contained in the other categories." "The identification of those charged with ill-treatment of prisoners of war, is a matter of some difficulty... The only person on this list who appears to be quite clearly identifiable is 2707 Major Mazlum Bey Edip... In addition it is possible that 2676 Djelal Bey, 2679 Tevfik Mehmed, 2680 Tevfik Ahmed, 2694 DjemalEfendi Abdul and 2710 Hakki Bey Ibrahim maybe identical with persons of similar names.." "So far as concerns the material that has been before us, the above are the only persons whose detention on the ground of ill - treatment of prisoners of war seems desirable. But we would observe that the arrests have all been made on the instructions of the High Commissioner at Constantinople. He no doubt acted on evidence which came into his hands and reference to him would appear to be desirable before any definite action is taken for the release of any of these men." At their meeting held on August 4th, 1920, The Cabinet agreed that: "The list (of the Deportees) should be carefully revised by the Attorney General with a view to selecting the names of those it was proposed to prosecute, so that those against whom no proceedings were contemplated should be released at the first convenient opportunity." This decision was accordingly communicated to the Attorney General. This was the first step toward the release of Turkish detainees in Malta. Sir Auckland Geddes stated: “I have made several inquiries at the State Department, and today I am informed that while they are in possession of a large number of documents concerning the Armenian relocations, from the description, I am doubtful whether these documents are likely to prove useful as evidence in prosecuting Turks confined in Malta. Should His Majesty’s government so desire, these documents will be placed at the disposal of His Majesty’s Embassy on the understanding that the source of information will not be divulged. [Intimation that the available documents are flimsy, as such if their sources are revealed it would be embarrassing for the U.S. State Department.] British Archives: PRO?F. 0.371/ 6500/ E.6311 Geddes to Curzon, Telegram No 374, dated June 1921. But until March 1921, absolutely no evidence at all was produced against those persons and no action whatsoever was taken for their prosecution. Nothing as evidence or material ever existed neither at the possession of the British authorities in London nor in that of the Governor of Malta, and, therefore, all hopes were centered on H.M. High Commission in Istanbul. "The present section (i.e. Armenian and Greek Section of H.M. High Commission) can only collect such information as is passed to it or which voluntarily finds its way here. The section now has recorded in easily available form of information concerning the 118 deportees, all alleged to have been guilty... (But) none of this information is in itself has strict legal value... "The Americans must be in possession of a mass of invaluable material..." To sum up, there was no evidence at all to prove that such a crime as alleged Armenian massacre ever committed in Turkey. Therefore it was proved impossible to produce any dossier in the legal sense against anyone of Turkish deportees at Malta- On September 19th, Lord Curzon authorized Sir H. Rumbold to negotiate as proposed and even to consent to the release of the eight Turks in question. He wrote: "The War Office however is ready to forego trial of the eight Turks charged with cruelty to British prisoners if release of all British prisoners can thereby be secured before winter. Should you therefore find it necessary, you may agree to release of the above mentioned eight Turks thus fall back on an "all for all" exchange. (96) Sir H. Rumbold made it clear that the British authorities waived all claims to bring the eight Turks to trial whether by a Turkish or another court. Thus, the meticulous search conducted by the British for 30 months with an utmost zeal to vindicate the Armenian allegations produced nothing. The much-touted "eyewitness accounts," "hard proof" and "evidence" proved to be grotesque lies. The British, deeply embarrassed by this unexpected turn of events, offered to exchange their prisoners of war in the hands of the Ottoman government with the deportees of Malta. At that point, those prominent Turkish nationals detained arbitrarily and willfully in Malta were no longer suspects but hostages in the hands of the British government. To spare themselves further embarrassment, the British dropped the case. Field Marshal Plumer, Governor and Commander-in-chief of Malta, reported that all Turkish deportees in Malta embarked on board HMS "Chrysanthemum" and R.F.A. "Montana!" on the afternoon of the 25th October, 1921. "Chrysanthemum" and "Montenal" arrived at Inebolu on October 31st and all deportees of Malta landed safely on Turkish soil. And all British prisoners who were handed over to their authorities reached Istanbul on November 2nd.(102). The episode of the deportees of Malta thus ended. Hovhannes Katchaznouni, First Prime Minister of the Independent Armenian Republic the Armenian Revolutionary Federation (Dashnagtzoutiun) had these to say about the state of affairs (The Manifesto of Hovhannes Katchaznouni, First Prime Minister of the Independent Armenian Republic. Translated from the original by Matthew A. Callender, Edited by John Roy Carlson (Arthur A. Derounian): “At the beginning of the Fall of 1914 when Turkey had not yet entered the war but had already been making preparations, Armenian revolutionary bands began to be formed in Transcaucasia with great enthusiasm and, with especially, much uproar.... In the Fall of 1914 Armenian volunteer bands organized themselves and fought against the Turks because they could not refrain from organizing and fighting. This was (in) [sic.] an inevitable result of a psychology on which the Armenian people had nourished itself during an entire generation: that mentality should have found its expression, and did so. He declares: one of the main aspects of Armenian « national psychology... [is] to seek external causes for [Armenian ] misfortune. ». .... When the skirmishes had started the Turks proposed that we meet and confer. We did not do so and defied them...The troops were constantly retreating and deserting their positions; they threw away their arms and dispersed in the villages. Our army was demoralized during the period of internal strife, the inane destruction and the pillage that went [on] without punishment. ..... And the advancing Turks fought only against the regular soldiers; they did not carry the battle to the civilian sector. Edward Fox, the American District Commander at Kars, in a telegram, dated October 31, 1920, (7) to Admiral Bristol, the U.S. High Commissioner in Istanbul, wrote that “. The Turkish soldiers were well-disciplined and that there had not been any massacres... When on November 2, 1920, the armies of Kâzim Karabekir Pasha reached Gümrü (Alexandropol, now Leninakan) negotiations with Turks began and It was decided that; the Turkish and the Armenian Governments, « for the purpose of putting an end to the hostilities and to find a basis of agreement, have sat down for an examination of the facts. The discussions resulted in the following agreement : The state of war between Turkey and the Armenian Republic was to be ended. The frontier between Turkey and Armenia was established. The territories designated for Turkey were to remain as such « by irrefutable historical, ethnic and legal rights. » 118 Ottoman officials were imprisoned in the island of Malta for two and a half years and without lawyers because the British public demanded justice for massacres of Armenians that were always appearing in the newspapers. Though Britain knew that the media was used throughout World War I to paint an evil picture of the Central Powers and especially the Ottoman Empire, they fell victim to their own propaganda and were forced to create a military tribunal to punish the Ottomans for war crimes and try to calm the British public they themselves had enraged. The Malta Tribunal that began on May 28, 1919 was a predecessor to the Nuremberg trials, even with all the evidence and archives of the Ottoman Empire at their fingertips they failed to find any evidence supporting the theory that the Ottomans had ordered a plan of genocide to exterminate the Armenians. The arrests continued as evidence was searched for throughout the world. In fact, the Ottoman archives, since they were captured by the British (the occupation of Constantinople), were handed to an Armenian archivist who could read Ottoman documents, Haig Kazarian, to search for any evidence of crimes against humanity. One must note that in such a desperate time, the Ottoman Empire would be too busy fighting a world war on several fronts to commit soldiers, time, and money to kill Armenians. The primary sources you talk about describe massacres, killings, starvation, and disease. Primary sources talk about how they witness death and suffering, which was happening to almost every ethnicity during World War I. However, only forgeries have been offered by Armenian historians to prove that the government intended to exterminate Armenians. You cannot simply accuse an empire of genocide without sufficient evidence. In conclusion, The death of civilians within a war should not be automatically labeled genocide without a real systematic attempt by a group to eliminate them from this world. You claim something and then when someone asks you where the evidence is, you call them a liar or denier. This is unjust. Armenians have more churches in Turkey than in Armenia! There is no proof of Armenian churches being damaged purposefully. There are many Armenian churches in Turkey that are not damaged. Recognition of Armenian Genocide by governments is simply a result of good political campaigning by Armenians living in France, Canada, and Greece. This doesn't mean those who vote for recognition are historians and it doesn't prove genocide just because some countries recognized it. A huge percentage of the Armenian population survived. Many even boarded Allied ships and started new lives in France, Russia, Italy, and the United States. Is it any wonder that the largest populations of Armenians today happen to be in Russia, France, and the United States? If they were mostly killed off, did they multiply faster than all the other ethnic groups in the world? When the Ottoman army itself is going into battle starving and with disease---is it any surprise that Armenians too would die? What happened to the Ottoman Armenians cannot be described as genocide because of the lack of evidence that it was a genocide. In addition, there are plenty of contradictory facts that completely falsify any thesis of genocide. The allegations of Turkish mistreatment of POW have also been repelled at the said tribunal. ( 2011)